15 Haziran 2012 Cuma

İyi Kolesterol (hdl), Kötü Kolesterol (ldl) Bu yazı toplam 141.673 defa okundu Çoğumuz kanımızda bir tür iyi kolesterol (HDL) bir tür de kötü kolesterol (LDL) olduğunu duymuşuzdur. Bunlardan iyi olanı bizi damar tıkanması ve yüksek tansiyon gibi hastalıklara karşı korurken kötü olanı bu hastalıkların oluşma hızını artırmaktadır. Dahası iyi kolesterol kalp ve damar sisteminde düzenleyici rol de almaktadır. Peki ikisi de kolesterol olmasına rağmen nasıl bu kadar farklı etkilere neden olabiliyorlar? Aslında ne HDL ne de LDL sadece kolesterolden oluşmuştur. Bunlar kanda kolesterol ve diğer yağları taşıyan yuvarlak, misket gibi içi yağ ile dolu, dış yüzeyi protein ile kaplı damlacıklardır. HDL ve LDL’nin içinde yağda eriyen vitaminler gibi başka maddeler de vardır. Aslında her ikisinin de yapısı birbirine beznerdir. Ancak davranışlarındaki farklılık onların iyi ve kötü diye nitelenmesine neden olmuştur. LDL yani kötü kolesterol yağları vücudun heryerine dağıtır. Vücut hücrelerinin ihtiyacı varsa bu yağları kullanırlar ancak fazla olan yağ kanda dolaşır ve özellikle damar duvarlarına çökerek damar sertliğini hızlandırır. Oysa HDL tıpkı bir çöpçü gibi çevreden kolesterolü toplar ve karaciğere taşır. HDL’nin yaptığı bu işe ters kolesterol taşınması denir. Vücuttaki kolesterolü karaciğere taşıyan tek yapı bu HDL’dir. Peki karaciğer kendisine ulaştırılan bu kolesterolü ne yapar? Karaciğer HDL’nin kendisine getirdiği bu kolesterolü ürettiği safranın içine geçirir ve barsaklara gönderir. Böylece kolesterol barsaklar ve dışkılama yolu ile vücuttan uzaklaştırılır. İşte HDL kolesterolün bu özelliği ona iyi kolesterol denmesine neden olmuştur ve gerçekte fazla kolesterolün vücuttan atılmasının tek yolu da budur. Böylece kan HDL kolesterolünüz yüksek ise kalp ve damar hastalıklarına karşı daha iyi korunuyorsunuz demektir. Ancak LDL kolesterolünüz yüksek bir de HDL kolesterolünüz düşük ise birşeyler yapmanız gerekmektedir. Yazar: fizyocan www.hekimce.com
Evlenmeden Önce Bunları Mutlaka Konuşun Her evlilik yeni bir başlangıçtır. Ancak yaptığınız pembe başlangıcın bir kabusa dönüşmemesi için, eşinizle bazı konuları önceden konuşmalısınız... Onunla tıpatıp aynı olmanıza imkan yok. Yıllardır belli alışkanlıklarla yaşamış bir insandan birden bire değişmesini, sizin istediğiniz gibi hareket etmesini bekleyemezsiniz. Bu gerçeği evlenmeden önce kabul edin. Bu yüzden karşınızdaki insanı iyice inceleyin ve ancak onun size uymayan huylarını kabul edip, bunlarla yaşayabileceğinizi düşünüyorsanız “evet” deyin. Öte yandan, onunla tartışmanız gereken diğer konular olacaktır: Para: Evlendikten sonra artık ortak bir bütçeniz olacaktır. Ancak para harcama alışkanlıklarınız birbirinizinkine uymayabilir. Bu yüzden dikkat etmeniz gereken noktalar vardır. Eğer çalışmayacaksanız, eşiniz size günlük ev harcamalarının dışında da para bırakmalıdır. Ayrıca çalışmamanız paranın kontrolünün eşinizde olmasını gerektirmez. İlerki planlarınız için, örneğin ev almak, taksit ödemek gibi, sizin de paranızın ne durumda olduğundan haberdar olmanız gerekir. Eğer siz de çalışacaksanız, her ikiniz de kazandığınız parayı ortak bir hesaba yatırabilirsiniz. Ancak kendiniz için para biriktirmek gibi bir niyetiniz varsa, her ikiniz için özel bir hesap açtırıp, her ay buraya belli bir miktarda para yatırabilir ve kalanı, ortak hesaba aktarabilirsiniz. Ortak hesaptan yapacağınız harcamalarıysa birbirinize haber vermenizde fayda vardır. İş bölümü: Bütün erkekler ev işlerinde annelerine ne kadar yardımcı olduklarını, her zaman kendi işlerini üstlendiklerini söylerler. Ancak iş gerçeğe döküldüğünde, durumun sandığınız gibi olmadığını görebilirsiniz. Bu konuyu önceden konuşmalı, sizin ütü yapıp, yemek hazırlamak için değil bir yuva kurmak için onunla evlendiğinizin altını çizmelisiniz. Şüphesiz çalışmayıp, ev kadını olmayı tercih ettiğiniz takdirde ev işlerinin büyük sorumluluğu sizde olacaktır. Ama bu, müstakbel eşinizin size kesinlikle yardım etmeyeceği anlamına gelmez. Çocuklar: Bu da evlilikte önemli sorunlardan biridir. Henüz çocuk doğurmaya hazır olmadığınızı düşünebilir, bu yüzden beklemek isteyebilirsiniz. Öte yandan eşiniz sizinle hemfikir olmayabilir. Bu durumu da önceden çözmeniz gerekir. Çocuk yapacağınız zamanı birlikte kararlaştırmalı, bu konuda size baskı yapmamasını önceden sağlamalısınız. Aile: Aileler ve çevreler, ilişkinin yürüyüp yürümemesindeki en büyük etkendir. Eğer taraflardan biri ailesine fazlasıyla bağlıysa diğeri bu durumdan rahatsız olabilir. Örneğin eşinizin annesi sürekli gelip, sizin ortak yaşamınıza müdahele ediyorsa, ikilemler yaşanacaktır. Bu yüzden evlenmeden önce bu konuya değinmeli, ikinizin de hoşlanacağı bir yol bulmalısınız. Bunu önceden konuşmanız, ilerideki pürüzleri de silecektir. Çalışmak: Bu, ülkemizdeki kadınların en büyük sorunu. Birçok kadın, eşi izin vermediği için istediği halde çalışamıyor. Bu yüzden bu konuyu da evlenmeden önce netleştirmelisiniz. Eğer çalışamıyorsanız, evlendikten ve çocuklarınız doğduktan sonra da iş hayatınızı sürdürebileceğinizi eşinize net bir biçimde anlatmalısınız. Çalışma hayatınız yoksa bile, ona istediğiniz takdirde çalışabileceğinizi belirtmelisiniz. Bu şartlar size önemsiz gibi gelebilir ama ileriki yaşantınızda nelerle karşılaşabileceğinizi bilmediğinizi unutmayın. www.ailem.com

www.ailem.com

Hamilelere Yaz Rehberi… Hamilesiniz, üstelik yazın en kavurucu günleri de geldi. Bu sıcak yaz günlerini nasıl geçireceğim diye düşünüyorsanız hekiminize kulak vermenizde ve bu yazıyı okumanızda fayda var… Hisar Intercontinental Hospital Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Op. Dr. Ayşe Kara’yla hamileliğinin ilk ve son ayları yaz dönemine denk gelen anne adaylarının yazı rahat geçirmek için yapması gerekenleri konuştuk… Gebeliğin fizyolojik bir süreç olduğunun altını çizen Op. Dr. Kara; ‘Özellikle yaz ayları hamileliğin ilk ve son aylarını yaşayan anne adaylarını zorlar. Aşırı sıcak ve nem, birtakım sağlık sorunlarını da ortaya çıkarır. Sıcak basmaları, el ve ayak tabanlarında yanmalar, alerjik problemler, bulantı ve kusmalarda artış, halsizlik, uykusuzluk ve nefes darlığı en sık rastladığımız problemlerdir. Bu dönemde anne adayının beslenmesine, giyimine, temizliğine daha çok dikkat etmesi gerekir. Yaz dönemi gebeliğin son üç ayına denk geliyorsa gebelik sıkıntıları daha fazla rahatsız edebilir. Alınan aşırı kilolar ve ödem, nefes darlığını artırabilir, hareket kabiliyetini azaltabilir. Özellikle sıcak yaz akşamlarında alınan ılık duş; uykusuzluk, sıcak basması, kramp sorununuz varsa sizi bedenen ve psikolojik olarak rahatlatacaktır.’ diye konuştu… Hamileliğinizin İlk ve Son Ayları Yaz Mevsimine Rastladıysa • Direkt güneş altında kalmayın. Gebelikte salgılanan bazı hormonlar güneş ışınlarına karşı cildin duyarlılığını artırarak özellikle yüz ve karın bölgesinde kahverengi lekelenmelere neden olabilir. • Güneş ışınlarının dik olduğu 11.00-15.00 saatleri arasında güneşe çıkmayın. • Yüksek faktörlü güneş kremi ve şapka kullanın. • Sıcak havalar nedeniyle terle kaybedilen sıvı miktarı arttığı için günde en az 2,5 litre sıvı alın. Sıvı ihtiyacını karşılamak için su, maden suyu, taze meyve suları ve ayranı tercih edin. • Gebelikte vücut direnci düştüğü için bazı enfeksiyonlara yatkın olabilir. Özellikle genital bölgenin nemli kalması mantar enfeksiyonu için zemin hazırlar. Bu yüzden pamuklu çamaşırları tercih edin. • Ter emici, rahat, hafif, kolay değiştirilebilir ve yıkanabilir giysiler giyin. • Bol bol yürüyün ve yüzün. Yüzme ile vücudun hemen hemen tüm kasları zarar görmeden çalışır ve psikolojik olarak rahatlarsınız. • Enfeksiyon ihtimalini göz ardı etmeyip havuz yerine denize girmeyi tercih edin. • İlk 3 ay düşük ve son 3 ay erken doğum tehlikesi nedeni ile mümkün olduğunca uzun seyahatlerden kaçının. Uçak yolculuğu sizin için daha güvenlidir. • Uzun süreli yolculuklarda bacak ve ayak bileklerinizde şişmeler olabilir, 2 saatte bir mola vererek kısa yürüyüşler yaparak kan dolaşımınızı uyarın. www.ailem.com

29 Ocak 2012 Pazar

Cinsellik Eğitimi Aile İçinde Başlamalı





Anne ve babanın, çocuğun cinsel kimliğinin oluşmasında ve cinsellik ile ilgili doğru bilgileri edinmesinde önemli bir rolü vardır. Uzman Psikolog Nilüfer Erkin, anne ve babalarından doğru cevapları alamayan, azarlanan çocukların, sorularını başkalarına yöneltmeye ve cinsellikten utanıp sakınmaya başlayacaklarını belirterek, bu durumların çocuğun ilerideki cinsel kimlik seçimi ve cinsel davranışları açısından olumsuz sonuçlar doğurabileceğinin önemle altını çizdi.

Çocukların yürümeye, konuşmaya başlaması gibi cinsel olarak da gelişmesi normal gelişimlerinin bir parçasıdır ve cinsellik ile ilgili merakı kendini ve dış dünyayı tanıma sürecinde diğer bütün merakları kadar doğaldır. Çoğu çocuk, soruları ile bu merakı ortaya koyar, soru sormasalar dahi anne ve babası tarafından çocuklara cinsellik hakkında eğitim vermelidir.

Çocuk, bebeklikten başlayarak dokunarak bedenini keşfetmeye başlar. Özellikle altı değiştirilirken cinsel organına da dokunur ve bu dokunuşun haz verici olduğunu öğrenir. Çocuğun cinsel organına sıklıkla dokunmak istemesi anne ve babayı endişelendirse de aslında normaldir. 2-2,5 yaşlarında başlayan tuvalet eğitimi ile çocuğun cinsel organına olan ilgisi ve merakı da artar. Anne ve babanın çocuğun bu ilgisine karşılık verdiği tepkiler kızgınlık ya da çocuğu engelleyici nitelikte olmamalıdır.

Özellikle 3-4 yaş aralığında çocuğun cinsel kimlik duygusu gelişir. Çocuğun, kız veya erkek olduğunu fark edip cinsiyetini kabul etmesi, bedenini tanıması sayesinde olur. Bu dönemde, kız-erkek ve çocuk-yetişkin vücudunun farklılıkları çocuğa anne ve babası tarafından anlatılmalıdır. Anne ve baba, çocuk resimleri kullanarak vücut parçalarını, cinsel organları da dahil ederek tanıtabilirler. Çocuğun, yetişkin vücudunun farklı bölgelerini de resim üzerinde görmesiyle, büyüdükçe nasıl değiştiğimizi öğrenmesi sağlanmış olur. Bu öğrenim sürecinde vücudumuzun bazı bölgelerinin bize özel olduğu ve korunması gerektiği çocuk korkutulmadan vurgulanmalıdır.

Çocuğun 3-4 yaşlarında cinsiyete özgü özellikleri öğrenmesi, daha sonraki yıllarda cinsel gelişimi için düzenleyici olacaktır. Özellikle 3 yaş sonrasında, çocukların karşı cinsteki arkadaşlarına yönelik el ele tutuşma, öpme, “seni seviyorum” deme gibi yetişkinlerin cinsel davranışlarını taklit etme eğilimlerinin başladığı gözlenmektedir. Çocuğun karşı cinsten arkadaşına dokunması veya onunla daha yakın olmak istemesi normaldir ve gerçek anlamdaki cinselliği içermez. Bu davranışlara yönelik olarak anne ve babanın aşırı tepkiler vermesi, çocuğun utanmasına ve duygularını gizlemeye başlamasına sebep olacağından yanlıştır.

Genelde okul öncesi çağdaki çocuk “ben nasıl oldum?” sorusunun cevabını da merak eder. Bu soruyu cevaplarken cinsel ilişkinin nasıl olduğu çocuğa anlatılmaz ya da herhangi bir şekilde gösterilmez. “Annedeki yumurta babanın küçük tohumu ile bir araya gelir ve anne karnına yerleşir” cümlesi ile cevap vermek uygundur. Bu anlatımla birlikte, hamile bir kadının bebeği vücudunda nerede taşıdığını ve zaman içinde bebeğin nasıl büyüdüğünü gösteren resimler kullanılabilir.

Anne ve babayı çocuğun cinsel davranışları arasında belki de en çok endişelendiren konu mastürbasyondur. Her çocukta ortaya çıkmasa da kardeşin doğumu, anne babadan uzun süreli ayrı kalma, anne ve baba arasındaki uyumsuzluk, kavga veya boşanma gibi nedenler, çocuğun yaşadığı üzüntüyü cinsel organını uyararak unutmaya çalışmasına neden olabilir. Mastürbasyon, tanı kitaplarında psikolojik bir problem, psikopatoloji olarak yer almaz. Ancak bu durum, aile içinde çocuğu etkileyen bir problem olduğunun sinyalidir. Anne ve babanın endişelenip çocuğa kızması veya çocuğun davranışını engellemeye çalışması durumu kötüleştirebilir. Doğru olan ilk yaklaşım, mastürbasyonu görmezden gelip çocukla daha fazla vakit geçirmek, onunla oyun oynamak, resim yapmak, gezmek ve sohbet etmektir. Eğer işe yaramıyorsa ve çocuğun mastürbasyon yapma sayısı giderek artıyorsa, bir psikologdan uzman desteği almak doğru bir karar olacaktır.

WWW.HEKİMCE.COM
Ülser Hastalarının Yaptığı 6 Yanlış






Yapılan bilimsel araştırmalar, beslenmenin ülser hastalığı üzerinde doğrudan bir etkisinin bulunmadığını gösteriyor. Eğer kişi ülser hastasıysa, yediği bazı yiyeceklerin mide üzerinde olumsuz etkileri bulunabiliyor. Ülser hastalarının günlük beslenmelerinde yaptıkları bazı hatalar da hastalığın daha da şiddetlenmesine yol açabiliyor!

Yapılan son bilimsel araştırmalar, beslenmenin ülser hastalığı üzerinde doğrudan bir etkisinin bulunmadığını gösteriyor. Ancak kişi ülser hastasıysa, yediği bazı besinlerin mide üzerinde olumsuz etkileri bulunabiliyor. Beslenme ve Diyet Uzmanı Müge Özyurt Şafak, ülser hastalarının günlük yaşamlarında başlıca 6 yanlış yaptıklarını belirterek bunları şöyle sıralıyor:

• Demli çay ve bol kahve tüketmek.

• Uzun süre aç kalmak.

• Sigara içmek.

• Hızlı yemek yemek.

• Acılı-baharatlı yemekler tüketmek.

• Gün içinde çok tuzlu gıdalarla beslenmek.

Çay Ve Kahve Mideye Zarar Veriyor: Çay ve kahve mide asit salgısını artırıyor, sindirim güçlüğüne neden olabiliyor. Bu nedenle ülser hastalarına gün içinde çok fazla miktarda demli çay ve kahve tüketmeleri önerilmiyor. Eğer çok istiyorsanız günde en fazla 2-3 bardak açık çay tüketilebilirsiniz. Bunların yerine ıhlamur, elma gibi bitki - meyve çaylarını tercih etmenizde fayda var.

Çok Uzun Süre Aç Kalınca Mide Asidi Miktarı Artıyor: Eğer gün içinde çok uzun süre bir şey yemezsek, ara öğünlerde besin tüketmezsek, “kurt gibi acıktım” diyerek yiyecek tüketimini abartırız. Eğer ülser hastasıysanız uzun saatler aç kalmamaya özen gösterin. Çünkü aç kalmak, öğün aralarının uzun olması mide asit salgısını artırıyor. Buna neden olmamak için küçük porsiyonlar halinde 2-3 saat aralıklarla bir beslenme planı oluşturun.

Aç Karnına Sigara Mide Kanamasını Tetikliyor: Sigara içmek asit ve pepsin salgılanmasını ve mide hareketlerini artırıyor. Özellikle aç karnına içilen sigara mide kanaması ve ülseri tetikliyor. Tedaviden sonrada sigara içmeye devam etmek nüks etmesine neden olabiliyor.

Yavaş Yemek Mideyi Koruyor: Hızlı yemek yendiğinde besinler iyi çiğnenmeden mideye gönderiliyor. Çiğneme, mukus ve tükürük salgılanmasına neden oluyor ve bu maddeler de mide asidine karşı mukozayı koruyor. Bu nedenle yemeklerinizi yavaş yavaş ve iyi çiğneyerek tüketmelisiniz.

Acı Ve Baharat Mide Duvarında Ödeme Yol Açıyor: Bazı kişiler için acısız baharatsız yemeğin tadı olmaz. Kendilerini yemek yemiş gibi hissetmedikleri gibi doyduklarını da düşünmezler. Ancak ülser varsa, acı ve baharat sevdasından ne kadar kısa zamanda vazgeçilirse o kadar iyi. Çünkü kırmızı pul biber, karabiber ve isot gibi acı baharatlar mide duvarında ödem ve harabiyete neden olarak pepsin salgısını, yani mide asidini artırıyor.

Çok Tuzlu Yemek De Ülserin Düşmanı: Bazı bağımlılıklarımızdan vazgeçmek bizler için oldukça zor olabiliyor. İşte tuz da bunlardan biri. Yemeğin içinde aslında yeterli miktarda tuz olsa da, tabağımıza aldığımızda sanki tatsızmış gibi gelebiliyor. Ancak tuz da ülserin düşmanlarından. Çünkü tuz gasrtik mukozayı olumsuz yönde etkilediği için normal sınırlarda, örneğin günde 6 gram kadar tüketilmeli, tuzlanmış – salamura besin tüketimi de sınırlandırılmalı.

Ülseriniz Hafifse Bunları Yiyebilirsiniz

Ülser hastalarının beslenmesinde hastalığın derecesinin önemli olduğunu vurgulayan Müge Özyurt Şafak, ülser hastalarının beslenmesini düzenlemede hastalığın şiddetine, derecesine göre davrandıklarını belirtiyor. Şafak, hastalığın hafif seyrettiği kişilere şu önerilerde bulunuyor:

- Çay ve kahve tüketimini sınırlayın.

- Yağda kızarmış etler, yağlı- salçalı yemekler, sucuk, pastırma, sosis gibi şarküteri ürünlerinden kaçının.

- Baharatlı yiyecekler ve gazlı içecekleri tüketmeyin.

- Gaz yapmayan sebze ve meyveleri ( fasulye, ıspanak, kabak, bamya, elma, muz gibi ) tercih edin.

- Günde bir bardak süt, bir kase yoğurt ve 1-2 dilim az tuzlu beyaz peynir yiyebilirsiniz. Bunun dışında ızgara veya haşlama et, tavuk, balık ve hindiyi rahatlıkla tüketilebilirsiniz.

Ülser Ağır Seyrediyorsa Bunları Yapın

Hastalık eğer ağır seyrediyorsa hastaların beslenmesinde dikkat edilecek başlıca konular da yer alıyor. Müge Özyurt Şafak, eğer ülser daha ağır seyrediyorsa az posalı, az yağlı, gaz yapmayan, sulu ve yumuşak besinlerin tercih edilmesi gerektiğini söylüyor. İyi pişmiş ve gaz yapmayan sebze yemekleri olarak bilinen havuç, patates, kabak ve fasulyenin yanı sıra çok hafif olması nedeniyle komposto da tüketilmesi öneriliyor. Et suyu ile hazırlanmış çorbalardan uzak durulması, bunun yerine yayla, şehriye gibi çorbaların tercih edilmesi de çok yararlı. Bunların dışında hastalığın ağır seyrettiği kişilerde kurubaklagiller, esmer ekmekler ve bulgurun, gaz yapıcı etkisi nedeniyle tercih edilmemesi gerekiyor.





WWW.HEKİMCE.COM
Çocuklarda Sık Görülen Bulaşıcı Hastalıklar




İnsanların en sık bulaşıcı hastalıklara yakalandıkları dönem çocukluk çağıdır. Son yıllarda genel hijyen kurallarına dikkat edilmesi, aşı uygulamaları ve kullanılan ilaçlar nedeniyle bulaşıcı hastalıklarda belirgin bir azalma olmuştur. Bulaşıcı (infeksiyon) hastalıkları genellikle ağız, burun, göz salgıları ve dışkı yoluyla bulaşır. Bu nedenle basit bazı genel hijyen kurallarına uyulması bu hastalıklardan korunmada çok önemlidir.

Bulaşıcı hastalıklardan korunmada genel kurallar:

1. El yıkama: Sabunla uygun şekilde ellerin yıkanması barsak enfeksiyonları ve üst solunum yolu enfeksiyonlarından korunmada çok etkili bir yoldur.

2. Temiz ve güvenilir içme suyu kullanılması

3. Et ve ürünleri, yumurtanın iyi pişirilerek yenmesi

4. Çiğ yenen sebze ve meyvelerin çok iyi yıkanması

5. Hasta kişilerle temasın mümkün olduğunca önlenmesi

6. Çocukların sigara içilen ortamlarda bulundurulmaması

7. Evcil hayvanlarla temastan sonra ellerin yıkanması ve çocukların evcil hayvanları öpmelerinin önlenmesi

8. Çocukların gerekli aşılarının yapılmış olması

9. Bulaşıcı sarılık, menenjit gibi ciddi bulaşıcı hastalığı olan kişilerle temas sonrası mutlaka doktora başvurulması

ÇOCUKLARDA SIK GÖRÜLEN BULAŞICI HASTALIKLAR

1. KIZAMIK:

Etkeni kızamık virüsüdür. Kış ve ilkbahar aylarında daha sık görülür. Aşılanmamış ya da hastalığı geçirmemiş herkese bulaşabilir. Damlacık yoluyla bulaşma olur. Bulaşıcılık döküntü başlamadan 2gün önce başlar ve döküntü kaybolduktan 4 gün sonra devam eder. Kuluçka süresi 8-12 gündür. Ateş, burun akıntısı, gözlerde sulanma, öksürük başlangıç belirtileridir. 2-3 gün sonra yüzden başlayıp vücuda yayılan kırmızı döküntüler ve ağız içinde beyaz lekeler ( koplik) görülür. Hastalık ortalama 1hafta –10 gün sürer. Otit, zatürre, ansefalit gibi önemli komplikasyonlar görülebilir. Korunma aşı yoluyla ve hasta kişilerle temasın önlenmesiyle olur. Tedavi bulgulara yöneliktir. Tanı için doktora başvurulmalıdır. Ateş düşürücüler, ılık banyo, loş ortamda dinlenme ve bol sıvı verilmesi uygundur.

2. KIZAMIKÇIK :

Etkeni rubella virüsüdür. Kışın ve ilkbahar aylarında daha sıktır. Damlacık yoluyla bulaşır. Bulaşma süresi döküntü başlamadan 7-10 gün önce ve döküntüden 7 gün sonra devam eder. Kuluçka süresi 15-20 gündür. Genelikle hafif seyirli bir hastalıktır. Hafif ateş, boyundaki lenf bezlerinde şişlik ile başlar, yüz ve vücuda yayılan küçük pembemsi döküntüler görülür. Hastalık 2-4 gün kadar sürer. Tedaviye gerek yoktur. Komplikasyon çok nadirdir, bazan trombositlerde düşme ve ansefalit olabilir. Korunma aşı ve temasın önlenmesiyle sağlanır. Aşılanmamış ve hastalığı geçirmemiş hamile kadınlara bulaşırsa fetüs için ciddi riskler yaratır! Böyle durumlarda mutlaka doktora başvurulmalıdır.

3. BOĞMACA :

Etkeni bir bakteridir. Kışın ve ilkbaharda görülür. Genellikle 1 yaşın altındaki bebeklerde daha sık görülür. Damlacık yoluyla bulaşır. Kuluçka süresi 7-10 gündür. Hastalık ise 6 hafta kadar sürebilir. Başlangıçta kuru öksürük, hafif ateş gibi bulgular vardır. 1-2 hafta sonra öksürük şiddetlenir; arada hiç soluk almadan patlar gibi öksürür ve kalın bir balgam çıkarılabilir. Öksürük sırasında gözler kızarır, yüzde kızarma veya morarma görülebilir, terleme ve aşırı yorgunluk olur. Bu dönem 1-2 hafta sürer, iyileşme döneminde bu bulgular hafifler ve zamanla kaybolur. Tanı ve tedavi için doktora başvurmak gerekir. Bebeklerde hastaneye yatma, antibiyotik tedavisi, oksijen tedavisi ve ortamın nemlendirilmesi , mukus aspirasyonu gibi tedaviler uygulanır. Aşı ile korunulur. Kulak iltihabı, zatürre, havale gibi komplikasyonlar görülebilir. Özellikle bebeklerde hayati tehlike yaratabilir.

4. SU ÇİÇEĞİ :

Etken varisella-zoster virüsüdür. Kış sonu ve ilkbahar aylarında görülür. Damlacık ve direkt temas yoluyla bulaşır. Bulaşıcılık süresi başlangıçtan tüm lezyonlar kabuk tutana kadar sürer. Kuluçka süresi 10-20 gündür. Hastalık 7-20 gün sürer. Başlangıç belirtileri ateş, halsizlik, iştahsızlıktır. Ardından önce kırmızımsı olan sonra ortaları sulu sivilceye benzer kaşıntılı döküntüler belirir. 3-4 gün sonra döküntüler kabuklanır ve yenileri çıkar. Tanı için doktora başvurulmalıdır. Tedavi bulgulara yöneliktir. Ateş için KESİNLİKLE ASPİRİN VERİLMEMELİDİR. Ansefalit, zatürre gibi komplikasyonlar görülebilir. !2 aydan küçük bebekler özellikle temastan korunmalıdır. 12 aydan büyük olanlara suçiçeği aşısı yapılabilir. Hamile kadınlarda fetüse bulaşma riski vardır.

5. BEŞİNCİ HASTALIK (ERİTEMA İNFEKSİYOZA):

Etkeni parvo virüsüdür. Genellikle ilkbahar aylarında görülür. Bulaşma direkt temas yoluyla olur. Kuluçka süresi 4-15 gündür. Hastalık ortlama 3-10 gün kadar sürer. En sık 2-12 yaşları arasında görülür. Belirtileri; yanaklarda yoğun kızarıklık ( tokat atılmış gibi) ile başlar daha sonra kol ve bacaklarda kırmızı döküntüler görülür. Kalçalardada kızarıklık olabilir. Döküntü 2-3 hafta süreyle kaybolup tekrar ortaya çıkabilir. Tedaviye gerek olmadan kendiliğinden iyileşir. Aşısı yoktur.

6. ALTINCI HASTALIK (ROSEOLA İNFANTUM) :

Etkeni bir virüstür. Her mevsimde görülür. Daha çok 2 yaş altındaki bebek ve küçük çocuklarda görülür.. Bulaşma solunum yolu salgıları ve dışkı-ağız yoluyla olur. Kuluçka 5-15 gündür. Hastalık ortalama 1 hafta kadar sürer. Hastalık yüksek ateşle başlar. Huzursuzluk, iştah kaybı olur. Bazen burun akıntısı, lenf bezlerinde şişlik ve havale de olabilir. 3-4. gün ateş düşer ve yüz ve vücudun her yerine yayaılan soluk pembe döküntüler görülür. Bazen döküntü olmayabilir. Tanı konması için doktora başvurulması gerekir. Semptomatik tedavi gerekir. Ateş düşürücüler ve bol sıvı verilebilir. Aşısı yoktur. Korunma temesın önlenmesi ile olur.

7. KABAKULAK:

Etkeni kabakulak virüsüdür. Kış ve ilkbaharda daha sık görülür. Bulaşıcılık dönemi belirtiler başlamadan 2 gün önce ve başladıktan 9 gün sonradır. Solunum salgılarıyla doğrudan bulaşır. Kuluçka 15-18 gündür. Yaygın ağrı, ateş ve iştah kaybıyla başlar. Daha sonra çenenin iki tarafındaki tükrük bezlerinde şişme, çiğneme sırasında ağrı gibi bulgular oluşur. Bazen kusma, baş ağrısı, uyuklama ense ve sırt ağrısı olışabilir. Meningoensafalit komplikasyonu görülebilir. Semptomatik (bulgulara yönelik) tedavi uygulanır. Ateş ve ağrı kesiciler, yanaklara soğuk kompres uygulanabilir. Asit içermeyen, ekşi olmayan yumuşak gıdalarla beslenme uygundur. Aşı ile korunma mümkündür.

8. VİRAL ÜST SOLUNUM YOLU ENFEKSİYONU (BASİT SOĞUK ALGINLIĞI):

Etken çeşitli virüslerdir. Bütün yıl boyunca görülür. Kuluçka süresi 1-4 gündür. Bulaşma özellikle el teması ve solunum yolu salgıları ile olur. Hastalık ortalama 3-10 gün sürer. Belirtiler ; burun akıntısı, hapşırık, burun tıkanıklığı, kuru öksürük, ateş, halsizlik ve iştahsızlıktır. Kesin bir tedavi şekli yoktur. Bulgulara yönelik tedavi (burun tıkanıklığının damlalarla açılması, ortam havasının nemlendirilmesi, ateş için ateş düşürücüler ve bol sıvı verilmesi) yapılır. Korunmada el temizliği ve hasta kişilerle direkt temasın önlenmesi önemlidir. Bazen orta kulak enfeksiyonu, bronşit ve sinüzit gibi komplikasyonlara neden olabilir. Bebek 3 aylıktan küçükse, ve 38 dereceden yüksek ateş 2 günden uzun sürerse, aşırı kusma beslenme bozukluğu varsa, solunum güçlüğü ya da 1 haftadan uzun süren şiddetli öksürük olursa doktora danışılmalıdır.

9. KIZIL :

Etken streptokoksik bakterilerdir. Kış aylarında daha fazla olmak üzere her mevsim görülür. Daha çok okul çağı çocuklarında yaygın olarak görülür, 3 yaş altı ve erişkinlerde nadirdir. Kuluçka süresi 2-5 gündür. Hastalığın süresi 1-2 haftadır. Boğaz ağrısı, ateş, halsizlik ve iştahsızlıkla başlar. Kusma olabilir. Yüzde , kasıklarda ve koltuk altlarında yoğunlaşan ve tüm vücuda yayılan kırmızı küçük döküntüler olur, döküntüler kaşıntılıdır. Daha sonra deri soyulabilir. Tanı ve tedavi için doktor kontrolü şarttır, antibiyotik kullanmak gerekir. Kulak enfeksiyonu, zatürre, sinüzit, cilt enfeksiyonu, romatizmal ateş ve nefrit gibi komplikasyonlar görülebilir. Korunma enfekte kişilerin izolasyonu ve hijyen koşullarına dikkat ederek sağlanır.



WWW.HEKİMCE.COM
Karnesi kötü çocuk, "düşük zekalı" değil !



Okulların kapanmasıyla, derslerinde başarılı olamayan çocukları ‘karne korkusu’ sardı. Çocuklarının başarısızlıkları karşısında sert tepki gösteren ve cezalandırma yolunu seçen aileler nedeniyle bazen çocukları intiharı bile seçebiliyor. Psikolog Ferahim Yeşilyurt, kötü karne getirmenin düşük zeka göstergesi olmadığını, okul başarısının sağlanmasında çocuklara olduğu kadar aileye de büyük sorumluluk düştüğünü belirtiyor.

Psikolog Ferahim Yeşilyurt, çocukların okul başarısı ve başarısızlığı konusunda merak edilenleri yanıtladı:



1- Kötü karne getirmenin nedenleri nelerdir?

Çocuğun karnesinin iyi olmasında şunlar etkilidir:

- Çalışma alışkanlıklarının kazanılması

- Evde ders çalışma ortamının uygun olması

- Sorumluluk duygusunun yerleşmiş olması

- Duygusal sorunlarının yoğun olmaması

Eğer çocuğunuz iyi karne getirmiyorsa, bu dört faktörün değerlendirilmesinde yarar var. Başarıyı etkileyen tek faktör zeka olmadığı için, iyi olmayan karnenin düşük zeka göstergesi olduğunu söylemek doğru olmayacaktır.



2- Karnesi iyi olmayan çocuk hayatta başarılı olamaz mı?

Karne çocuğun tüm performansını yansıtmaz. Yani notları çok yüksek bir çocuğa, hayatta çok başarılı olacağı söylenemez. Tersi de geçerlidir. Karnesi iyi olmayan çocuğun da yaşamında çok başarısız olacağı söylenemez. Her çocuğun başarılı olabileceği yönleri muhakkak vardır. Bu özellikleri açığa çıkarmak ailenin ve eğitim sisteminin görevidir.



3- Çocukları notlarına göre ödüllendirmek ya da cezalandırmak doğru mu?

Notlara göre aileler bazen çok katı cezalar verebiliyor ya da çocuk sınıfı geçti diye aşırı ödüllendirebiliyor. Notlar değerlendirilebilir ancak çok fazla abartılmamalıdır.



4- Çocuğun ailesi tarafından kabul edildiğini bilmesi neden önemli?

Bir çocuğun ailesi tarafından olduğu gibi kabul edilmesi çocuk açısından çok önemlidir. Derslerindeki başarı ya da başarısızlığı ailesiyle olduğu gibi paylaşabilmek ve ailesi tarafından kabul hissini yaşamak çocuğu rahatlatır. Çocuk ailesinin sadece başarılarını kabul edeceğini düşünürse, bu durumda not düzeltme, yalan söyleme gibi dürüst olmayan yollara başvurabilir.



5- Karnesinde düşük notları bulunan çocuklara anne-baba olarak nasıl davranmak gerekir?

Öncelikle dönem sonunda alınan karnenin, çocuğun karnesi olmasının yanı sıra, ailenin ve eğitim sisteminin de karnesi olduğu unutulmamalıdır. Öğrencinin başarısında ailenin önemli bir yeri vardır. Aile içi ilişkilerin sağlıklı olduğu, çocuğun kişiliğine saygıda bulunulan ve çocuğun kendini geliştirmesinin desteklendiği bir ailede başarının da o oranda yüksek olması beklenir.

Anne Babalar Kendilerine Bu Soruları Sormalı



Karne sonrasında öğrencinin notları düşükse genellikle bu durumdan öğrenci sorumlu tutulur. Eleştirilir, suçlanır. Oysa yapılması gereken, karnedeki düşük notların nedenlerinin ana-baba-çocuk üçgeninde değerlendirilmesidir.

Anne-babalar şu soruları kendilerine sorabilirler:



- Acaba çocuğuma kitap okuma konusunda iyi bir model olabildim mi?

- Ona ders çalışma sorumluluğunu verebildim mi?

- Çocuğumuza aile içinde yoğun kavga ve çatışmaların olmadığı sağlıklı bir aile ortamı yaratabildik mi?

- Ara sınavlardan düşük not aldığında onu eleştirip, yargıladık mı?

- Onun özgüvenini kazanmasına yardımcı olabildik mi?

Neler Yapılabilir?



Bu değerlendirmeler anne-baba arasında yapılabilir. Diğer taraftan çocukla bu sonuçların nedenleri üzerinde konuşulabilir. Eğer aile-çocuk iletişimi iyiyse, çocuk bu sonucun alınmasındaki kendi rolünü görüp, değerlendirmesini yaparak gerekli sorumluluklarını alacaktır. Unutulmaması gereken bir nokta; alınan karne notlarının telafisinin her zaman mümkün olduğu, gelecek dönemlerde yükseltebileceği olmalıdır.




WWW.HEKİMCE.COM
Yürüyüş Kanser Hücrelerini Öldürüyor


Haftada 3 saat tempolu yürüyerek kanser riskini azaltabilirsiniz. Düzenli fiziksel aktivite sağlıklı bir yaşamın olmazsa olmazlarındandır. Özellikle yürüyüş; kilonun korunması, psikolojiyi düzenlemesi, kalp ve akciğer sağlığını kontrol altına almasının yanı sıra; prostat kanseri riskini azaltarak erkek sağlığına da büyük bir katkıda bulunuyor.
Memorial Şişli Hastanesi Üroloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Oğuz Acar'ın verdiği bilgilere göre, prostat kanseri günümüzde erkeklerde en sık görülen kanser türüdür. ABD’de yapılan bilimsel araştırmalara göre; 2010 yılında prostat kanserli hasta sayısı 2.2 milyondur ve her yıl yaklaşık olarak 217 bin yeni hasta bu gruba eklenmektedir. Yoğun tarama programları sayesinde hastalarda erken teşhis ile 5 yıllık yaşama şansı yüzde 100’e yakın olarak bildirilmektedir. Yine de ABD’de erkeklerde kanserden ölümler arasında prostat kanseri, akciğer kanserinden sonra ikinci sırayı almaktadır.
Haftada 3 Saat Tempolu Yürüyüş Yapın
Araştırmacılar yaşam tarzı ile prostat kanseri arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalara son zamanlarda ağırlık vermeye başladılar. Kaliforniya Üniversitesi’nden bir grup bilim adamı 2705 hasta üzerinde yaptıkları ve bu yılın Şubat ayı içerisinde yayınladıkları ilk çalışmalarında, prostat kanserine yakalanan erkeklerin yüksek tempolu aktivitelerde bulunması halinde kanserden ölüm risklerinin yüzde 61 oranında azaldığını tespit etti. Bu oranı yakalamak için hastaların haftada en az 3 saat tempolu fiziksel aktivite yapması gerektiği belirtildi. Bu grupta herhangi bir nedenden dolayı ölüm riski de yüzde 49 oranında azalıyor. Ölüm riski en düşük olan hastaların ise prostat kanseri tanısı konmasının öncesinde ve sonrasında tempolu fiziksel aktivitelerde bulunanlar olduğunu belirledi.
Aynı bilim adamlarının 1455 prostat kanserli hasta üzerinde yaptıkları ve Haziran ayında yayınladıkları bir diğer çalışmada ise; fiziksel aktivitenin prostat kanserinin ilerlemesini de azalttığı belirlendi. Bu çalışmaya göre haftada 3 saatten fazla hızlı tempolu yürüyüş yapan hastalarda kanserin ilerleme olasılığı yüzde 57 oranında azalıyor. Buradaki problemin, genelde tanı konan hastaların depresyon, yaşlılık veya ağrı nedeniyle fiziksel aktiviteyi kesmeleri olduğu belirtiliyor. Oysa çalışmanın sonucuna göre yavaş tempolu yürüyüş bile hızlı tempolu yürüyüş kadar etkili değil. Bu yüzden uzmanlar tanı sonrasında hastaların mutlaka düzenli olarak bu aktiviteyi yapması gerektiğini savunuyorlar.
Kanser Hücreleri Ölüyor
Tempolu fiziksel aktivite; insülin, büyüme faktörü ve bağışıklık sistemi hücrelerinin işlevlerini kontrol eden bir kimyasal olan sitokinin vücuttaki miktarını azaltır. Bu maddeler prostat kanseri hücrelerinin çoğalmaları için gereklidir. Bu maddelerin vücuttaki miktarı azaldıkça prostat kanseri hücrelerindeki artışın önüne geçilir, kanser hücresi ölümleri artar. Aynı maddelerin artışı şeker hastalığı ve kalp hastalığı gibi durumlarda da risk faktörü olduğu için, bunlara bağlı ölümlerde de azalmalar görülür.
Prostat Kanseri Tanısı Konmuş Olsa Bile...
Sonuç olarak 50 yaş üzerinde olan ve düzenli prostat kontrolleri yapılan erkeklerin haftada 3 saatten fazla hızlı tempolu yürüyüş yapmaları, hayatlarının bir döneminde kendilerine prostat kanseri tanısı konsa bile hem kanserin ilerlemesini hem de kanserden ölme olasılığını azaltmaktadır. Bunun için tanı konduktan sonra da yürüyüşlere devam etmek şarttır.

www.ailem.com
10 Soruda Varis...

Hareketsizlik, dar kıyafet ve yüksek topuk gibi etkenler varisleri besliyor. Bu mor damarlardan kurtulmak isteyenler sonbaharı iyi değerlendirsin!
Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Kalp ve Damar Cerrahisi Uzmanı Dr. Eren Karpuzoğlu; kadınların güzelliğine gölge düşüren ve tedavi edilmediğinde hayatı bile tehdit edebilecek sağlık sorunlarına neden olabilen varisle ilgili en çok sorulan 10 soruyu yanıtladı:

1- Varis ne demektir?

Bacak toplardamarları, genişleme sonucu kanı kalbe geri götürme fonksiyonlarını kısmen yitirir. Bunun sonucunda oluşan göllenmeyle, toplardamarlar kıvrımlaşarak şişer ve ciltten kabarık bir hale gelir. İşte kabarık hale gelen bu oluşuma varis denir. Bu durumun bacak iç kısımlarındaki derin venlerde olması ise derin venöz yetmezlik (iç varis) olarak bilinir. Benzer genişlemelerin makat bölgesinde olanları hemoroit (basur), testislerde olanları varikosel olarak adlandırılır.
Dar Kıyafetler Varise Davetiye Çıkarıyor

2- Kimlerde varis görülme ihtimali daha yüksektir? Risk faktörleri nelerdir?

• Ailesinde venöz hastalık bulunanlar
• Kronik öksürüğü olanlar
• Kabızlık sorunu yaşayanlar
• Kadınlar
• Hamileler
• Kilo fazlası olanlar
• İleri yaşta olanlar
• Uzun süre ayakta kalanlar
• Yüksek topuklu / dar kıyafet kullananlar

3- Varis hastalığının tipleri nelerdir?

Derin venöz yetmezlik: Bacağın en iç kısmında kemiğe yakın giden ana toplardamarlarda, kanın geriye doğru bacağa kaçması (reflü/ yetmezlik) sonucu bacakta şişme ve ağrılar görülür. İlerleyen zamanla birlikte ayak bileği çevresindeki ciltte kalınlaşma, renk koyulaşması ve yaralar görülebilir.
Yüzeysel venöz yetmezlik: Bacaklardaki yüzeyel toplardamarlarda kanın kalbe doğru değil de, geriye ayağa doğru gitmesi sonucu bu damarlarda genişleme, ciltten kabarıklaşma ve kıvrımlılaşma oluşturmasıdır.
Kılcal varisler: Cilt üzerinde ince, genellikle mor veya kırmızı tonlarda görülen toplardamar genişlemeleridir.
Ağrı ve Kaşıntıya Dikkat!
4- Varis belirtileri nelerdir?
• Bacak damarlarında belirginleşme
• Damarların ciltten kabarıklaşmayla birlikte kıvrımlı hal almaları
• Ağrı
• Kaşıntı
• Özellikle geceleri artan yanmalar
• Kramplar
• Dolgunluk ve/veya huzursuzluk hissi farklı derecelerde hissedilebilir.

5- Varis hastalıklarında kullanılan tanı yöntemleri nelerdir?

En başta hekim tarafından yapılan detaylı bir fizik muayene gelir. Ardından günümüzde en sık kullanılan ve venöz yetmezlik/varis hastalıklarında altın standart olarak kabul edilen renkli Doppler ultrasonografi yapılır. Bu yöntemde, ses dalgaları aracılığıyla toplardamarların yapısı, içlerinde pıhtılaşma olup olmadığı ile akım hızları ve yönleri tayin edilir. Herhangi bir tehlikesi veya can yakıcılığı bulunmamaktadır. Bazı özellikli durumlarda venografi denilen, damar içine ilaç verilerek damarların radyolojik olarak görüntülenmesini sağlayan yöntem de kullanılabilir.
Varis Tedavisinin Şimdi Tam Mevsimi

6- Varislerde tedavi için en uygun zaman nedir?

Genellikle şikayetler sıcakla birlikte arttığı için başvurular yaz aylarında artış gösterse de; varislere yönelik işlemlerden sonra güneş ışığından kaçınmak, yara iyileşmesinin daha iyi olmasını sağlamaktadır. Çoğu müdahaleden sonra varis çorabı kullanılması gerektiğinden, bu rahatsızlıkların girişimsel tedavisi için en uygun zamanlar sonbahar ve kış aylarıdır.

7- Varis hastalıklarında güncel tedavi seçenekleri nelerdir?

Hastalığın hangi damarlarda görüldüğüne (yüzeyel/derin/kılcal), hangi derecede (reflü/kaçak miktarına) bulunduğuna ve hastanın ön plandaki şikayetlerine (ağrı, şişme, görünüm) göre tedavi planı belirlenir. Variste tedavi seçenekleri şunlardır:
İlaç tedavisi: Özellikle derin venöz yetmezlikte tedavinin temeli ilaç tedavisi ve varis çorabının düzenli kullanımıdır. Düşük dereceli yüzeyel varislerde de başlangıçta ilaç tedavisi uygulanabilir.
Cerrahi tedavi: Yüzeyel venöz yetmezlikli olgularda, yüksek dereceli kaçak ve venöz damarlarda ileri düzeyde genişleme mevcutsa cerrahi tedavi gerekebilir. Genel veya spinal/epidural anestezi gerektirir.
Lazer veya Radyofrekans: İleri dereceli yüzeyel varislerde damar içine ultrason eşliğinde girilen bir kateter ile lazer veya radyofrekans enerjisi uygulanarak damarın içerden yakılması işlemidir. Bu şekilde damar büzüşür ve tamamen kapanır. Lazer veya radyofrekans enerjisi yüzeyel kılcal varisler için de kullanılabilir. 1 mm’den küçük çaptaki yüzeyel, kılcal damarlar için ideal tedavi yöntemidir. Kılcal varisler üzerine uygulama sonrası kılcal damarlar tamamen silinirler. Beraberinde veya öncesinde skleroterapi işlemi gerekebilir.
Skleroterapi: İlaç veya köpük tedavisi olarak da bilinir. Çapı 1-4 mm arası olan yüzeyel damarlar için en uygun tedavi yöntemidir. Bu büyüklükteki damarların içine ilaç veya köpük verilerek o damar iç duvar yapısı bozulur ve damarın büzüşerek kapanması sağlanır.
Yüksek Topuktan Vazgeçin

8- Varis hastalıklarından korunma yöntemleri nelerdir?

• Sık kilo alıp vermeden kaçınmak,
• Kilo fazlalığı mevcutsa ideal kiloya gelmek,
• Sigara kullanmamak, kullanılıyorsa bırakmak,
• Çok ayakta durmaktan kaçınmak,
• Dar kıyafetler ve yüksek topuklu ayakkabı kullanmamak,
• Düzenli olarak spor yapın. Haftada 3-4 gün 30-45 dakikalık, tempolu yürüyüşler, yüzme, koşu, pilates tercih edilmeli, ağırlık kaldırmak gibi zorlamalı sporlardan uzak durulmalı.
• Akşamüstleri bacaklara soğuk duş uygulamak
• Akşamları 15 dakika süreyle bacakları yüksekte tutmak, hem mevcut ağrıların azalmasını sağlar, hem de venöz dolgunluğun gerilemesi ile rahatsızlığın ilerlemesini yavaşlatabilir.
• Venöz yetmezliğin seviyesine ve derecesine uygun olarak hekim tarafından önerilen varis çorabı kullanmak da şikayetlerin gerilemesinde ve varislerin ilerlemesinin engellemesinde vazgeçilmezdir.

9- Varis hastalıklarında aile hikayesinin önemi var mıdır?

Ailesinde varis olanlarda bu hastalığın görülmesi oldukça sıktır. Özellikle annelerinde varis olan kadınlarda görülme ihtimali yüksektir.
İhmal Edilen Varisler Hayatı Tehdit Eder

10- Varis hastalıklarının komplikasyonları nelerdir?

Damarlardaki genişleme ve kıvrımlaşmaya bağlı olarak kan akımının yavaşlaması damar içinde kanın pıhtılaşmasını kolaylaştırır. Bu durum yüzeyel toplardamarlarda oluşursa tromboflebit, derin toplar damarlarda oluşursa derin ven trombozu olarak adlandırılır. Çok ağrılı olan bu durumlarda pıhtının koparak akciğerlere gitmesi haline ise hayati tehlike oluşturan pulmoner emboli adı verilir.
Uzun süre devam eden ve tedavi uygulanmayan varis hastalarında venöz basınç artışına bağlı cilt kan dolaşımının bozulması sonucu özellikle ayak bileklerinin etrafında şişmeler, kaşıntılar ve ciltte renk koyulaşmaları ve kalınlaşmaları görülür, son aşamada ise bu bölgelerde venöz ülser adı verilen yaralar açılmaya başlar. Bu yaralar açıldıktan sonra tedavisi çok uzun ve zorlu bir süreç gerektirir.

[06.10.2011]
WWW.AİLEM.COM

28 Ocak 2012 Cumartesi

Kalp Krizi Riskini Öğrenmenin En Kolay Yolu...


Kalp krizi geçirmek, pekçok insanın ortak kaygısıdır. Kişinin ailesinde veya çevresinde kalp krizi geçirenler varsa bu korku daha da artar...
Modern cihazlarla, ilaçsız ve çok kısa sürede yapılabilen kalsiyum skorlaması, dört yıl içerisinde kalp krizi geçirme riskinin derecesini ortaya çıkarıyor. Kalsiyum skorlaması buzdağının görünen yüzünü değil; suyun altını da gösterdiği için uyarıcı önem taşıyor.
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ölüm nedenlerinin başında gelen kalp ve damar hastalıklarının önceden fark edilmesini sağlayacak testler hayat kurtarıyor. Derin bir nefes alma süresinde yapılabilen kalsiyum skorlaması, kalp damarlarındaki kireçlenme miktarını ve buna bağlı olan koroner arter hastalığı riskini ortaya çıkarıyor. Kalsiyum skorlaması sonuçları, kişinin gelecek yıllarına ilişkin bilgi veriyor.
Kalp krizi riskinin önceden belirlenebilmesini sağlayan yöntemler arasında ilk akla gelenin anjiyo olduğunu söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Kardiyoloji Uzmanı Dr. Gürsel Ateş, anjiyo ile kalsiyum skorlamasının birbirinden farklı iki yöntem olduğunu vurgulayarak şu bilgileri veriyor: “Anjiyoda kişinin varolan şartları belirlenip, tedaviye gereksinim duyup duymadığına karar veriliyor. Kalsiyum skorlamasında ise kişinin damarındaki gelişmeleri görmek amaçlanıyor. Böylece, ilerleyen yıllarda kalp krizi geçirme riskinin daha iyi belirlenmesi sağlanıyor.”

40'lı Yaşlara Dikkat!

Belirgin herhangi bir şikayet olmamasına karşın ailede kalp hastalıkları görülüyorsa kişinin kalsiyum skorlaması yaptırması öneriliyor. Dr. Gürsel Ateş, “Koroner arter hastalıkları, 40’lı yaşlardan itibaren giderek artan bir seyir izliyor. Aile öyküsü olan kişilerde, genç yaşlarda da kalp krizi riski olasılığı var. Araştırmalar, damarlarında kalsiyum birikmesine rastlanmayan kişilerin dört yıl boyunca kalp krizi geçirme riskinin çok düşük olduğunu gösteriyor” diyor.
Kalsiyum skorlamasında istenen, sonucun sıfır olması. Sonuç sıfır değilse, damardaki kalsiyum birikiminin miktarına göre kişide düşük, orta ya da yüksek derecede kalp damar hastalığı riski olduğu düşünülüyor ve çıkan sonuca göre ilaçla tedaviye başlanıyor. Ciddi bir damar tıkanıklığı saptananlara ise koroner anjiyografi uygulanıyor.

Kalsiyum Skorlaması Nasıl Yapılıyor?

Hastaya ağızdan veya damardan hiçbir ilaç verilmeden, bilgisayarlı tomografi ile sadece bir tutumluk nefes süresinde yapılan kalsiyum skorlaması, hekimlere göre en önemli tarama testlerinden biri. Modern cihazlarla yapılan ölçüm ile daha az radyasyon alınıyor.

Kalp-Damar Hastalıkları Açısından Riskli Gruplar

• Sigara kullananlar
• Trigliserid ve HDL düzeyi yüksek kişiler
• Diyabet ve hipertansiyon hastaları
• Kilo fazlası olanlar
• Metabolik hastalıkları bulunanlar
• Bel çevresi erkeklerde 102, kadınlarda ise 96 santimetreyi geçenler
Ağız Kokusunu Gidermenin 6 Pratik Yolu


Ağız kokusu aslında bir hastalık değil. Pek çok kişi, sabah uyandığında ya da soğan, sarımsak gibi kokulu gıdalar tükettiğinde ağzının koktuğunu hisseder. Uzmanlara göre bu koku, normal kabul ediliyor. Ancak bu genel durum, bazı istisnalarla bozuluyor. Çünkü ağız kokusu kimi zaman genel vücut sağlığında oluşan bir bozukluğun habercisi de olabiliyor.
Acıbadem Fulya Hastanesi KBB Uzmanı Dr. Deniz Hancı, ağız kokusunu giderecek alternatifleri sıraladı.

1- Dilinizi Fırçalayın: Doğru ağız hijyeni için, diş fırçalamanın yanı sıra mutlaka dil temizliği de yapılmalı. Dilin üzerinde, özellikle dil sırtının arka bölgelerinde oluşan bakteriler ağız kokusuna neden olabiliyor. Bu bakterilerin özel olarak tasarlanmış dil fırçaları ile ya da bazı diş fırçalarının arkasında yer alan özel dil temizleme aparatlarıyla temizlenmesi gerekiyor.

2- Bol Su İçin: Su tüketimi, tüm sağlığımız için önemli olduğu kadar ağız kokusunu gidermede de etkin bir rol oynuyor. Böbrekler açısından risk taşıyan kişiler dışında, günde 2,5-3 litre su içmek tükürük salgısının artmasını sağlayarak, ağız kokusunu önlemeye yardımcı oluyor.

3- Tarçın Tüketin: Tarçın, ağız içi bakterilerle mücadelede önemli bir silah olarak gösteriliyor. İçeceklerinizde ve uygun yiyeceklerinizde tarçın kullanabilirsiniz.

4- Yatmadan Önce Gargara Yapın: Yemek ve içmekle ilgili tüm faaliyetlerin bitirildiği uyku öncesinde, dişlerin mutlaka fırçalanması gerekiyor. Fırçalama dışında, alkolsüz ağız gargaralarını kullanmak da koku önleme konusunda yarar sağlıyor.

5- Ağız Nemlendiricileri Kullanın: Kötü ağız kokusunun oluşmasında tükürüğün önemli rol oynadığı kabul ediliyor. Yapılan muayenede tükürük miktarının az olduğu tespit edilen kişiler için, uzmanlar ağız nemlendiricileri önerebiliyorlar. Bunun yanı sıra hastanın bol su içmesi, ağzını kuru tutmamaya özen göstermesi önerilebiliyor.

6- Çinkolu Sakız Çiğneyin: Ağız kokusunu bastırmak için sıklıkla çiğnediğimiz sakızlar her zaman yarar sağlamıyor. Uzmanlar sadece çinkolu sakızların ağız kokusunu azalttığını söylüyor.

Dikkat!

Çocuklarda kronik bademcik iltihabı ağızdan gelen kötü kokunun önemli sebepleri arasında yer alıyor.

Sigara Kokutuyor!

Sigara içmek ağız kuruluğuna neden olduğundan, ağız kokusuna da yol açıyor. Ayrıca diğer bir ağız kokusu nedeni olan diş eti hastalıklarına da zemin hazırlıyor.

Kötü Kokunun Kaynağı Burun mu?

Acıbadem Fulya Hastanesi KBB Uzmanı Doç. Dr. Arif Ulubil, günümüzde her yüz kişinin 30’unda ağız kokusu sorunu oluştuğunu belirterek, bu durumu oluşturan nedenler hakkında bilgi verdi.
Ağız kokusuna nadiren ağız dışı etkenler de neden olabiliyor. Sinüzit, polip, geniz eti gibi burunla ilgili hastalıklar bu grupta yer alıyor. Söz konusu oluşumlar burundan hava girişini engelleyerek, burun mukozasının kurumasına; dolayısıyla burada kötü kokunun oluşmasına neden oluyor. Bu durumda kötü koku, ağızdan değil de burundan geliyor.

Pek Çok Nedeni Var

Ağız ortamından kaynaklanan koku, ikiye ayrılıyor. Bunlardan ilki, alınan gıdalar nedeniyle oluşan geçici ağız kokusu; ikincisi de, “Anaerop” bakterilerin neden olduğu kronik ağız kokusu. Geçici ağız kokusu, alınan gıdanın cinsine göre belirli bir süre sonra kendiliğinden geçiyor. Kronik ağız kokusunun oluşmasında diş çürükleri, diş eti hastalıkları, aftlar, uyumsuz ve kötü kullanılan protezler ile ağız kuruluğu gibi faktörler rol oynuyor. Sorunun esas nedeni olarak ise ağız içerisindeki yumuşak dokularda, özellikle de dil kökünde oluşan anaerop bakteri birikimi gösteriliyor. Tükürük akış hızı ve miktarındaki azalma da ağız kokusunu artırıcı etkenler arasında sayılıyor. Ağız kuruluğunda normalden daha az olan tükürük, dil üzerinde oluşan sülfür bileşiklerini yeterince yıkayamadığından ağız kokusunun artmasına neden oluyor. Ağız kuruluğunun bir diğer olumsuzluğu da, tükürük azlığının, ortamdaki oksijen yetersizliğine neden olması. Ağız ortamındaki oksijen azlığı da anaerop bakterilerin oluşmasına neden oluyor.

Stres Faktörü

Stres ağız kuruluğuna yol açtığı için, kötü kokunun oluşma nedenleri arasında sayılıyor.

Diğer Nedenler

Bronşlara bağlı enfeksiyonlar, akciğer enfeksiyonları, böbrek yetmezlikleri, diyabet, karaciğer hastalıkları, C vitamini eksikliği ve bazı tür kanserler de ağız kokusuna neden olabiliyor. Ancak bu rahatsızlıklar, ağız kokusu sorunu olanların arasında çok az yer tutuyor. Ayrıca kullanılan bazı ilaçlar ve reflü hastalığı da ağız kokusuna neden olan etkenler arasında yer alıyor. Ağız kokusuyla ilgili alınabilecek alternatif önlemlere başvurulmadan önce, tüm bu olasılıklarla ilgili incelemelerin dikkate alınması gerekiyor.



[11.01.2012]

WWW.AİLEM.COM
Ağız Kokusunu Gidermenin 6 Pratik Yolu


Ağız kokusu aslında bir hastalık değil. Pek çok kişi, sabah uyandığında ya da soğan, sarımsak gibi kokulu gıdalar tükettiğinde ağzının koktuğunu hisseder. Uzmanlara göre bu koku, normal kabul ediliyor. Ancak bu genel durum, bazı istisnalarla bozuluyor. Çünkü ağız kokusu kimi zaman genel vücut sağlığında oluşan bir bozukluğun habercisi de olabiliyor.
Acıbadem Fulya Hastanesi KBB Uzmanı Dr. Deniz Hancı, ağız kokusunu giderecek alternatifleri sıraladı.

1- Dilinizi Fırçalayın: Doğru ağız hijyeni için, diş fırçalamanın yanı sıra mutlaka dil temizliği de yapılmalı. Dilin üzerinde, özellikle dil sırtının arka bölgelerinde oluşan bakteriler ağız kokusuna neden olabiliyor. Bu bakterilerin özel olarak tasarlanmış dil fırçaları ile ya da bazı diş fırçalarının arkasında yer alan özel dil temizleme aparatlarıyla temizlenmesi gerekiyor.

2- Bol Su İçin: Su tüketimi, tüm sağlığımız için önemli olduğu kadar ağız kokusunu gidermede de etkin bir rol oynuyor. Böbrekler açısından risk taşıyan kişiler dışında, günde 2,5-3 litre su içmek tükürük salgısının artmasını sağlayarak, ağız kokusunu önlemeye yardımcı oluyor.

3- Tarçın Tüketin: Tarçın, ağız içi bakterilerle mücadelede önemli bir silah olarak gösteriliyor. İçeceklerinizde ve uygun yiyeceklerinizde tarçın kullanabilirsiniz.

4- Yatmadan Önce Gargara Yapın: Yemek ve içmekle ilgili tüm faaliyetlerin bitirildiği uyku öncesinde, dişlerin mutlaka fırçalanması gerekiyor. Fırçalama dışında, alkolsüz ağız gargaralarını kullanmak da koku önleme konusunda yarar sağlıyor.

5- Ağız Nemlendiricileri Kullanın: Kötü ağız kokusunun oluşmasında tükürüğün önemli rol oynadığı kabul ediliyor. Yapılan muayenede tükürük miktarının az olduğu tespit edilen kişiler için, uzmanlar ağız nemlendiricileri önerebiliyorlar. Bunun yanı sıra hastanın bol su içmesi, ağzını kuru tutmamaya özen göstermesi önerilebiliyor.

6- Çinkolu Sakız Çiğneyin: Ağız kokusunu bastırmak için sıklıkla çiğnediğimiz sakızlar her zaman yarar sağlamıyor. Uzmanlar sadece çinkolu sakızların ağız kokusunu azalttığını söylüyor.

Dikkat!

Çocuklarda kronik bademcik iltihabı ağızdan gelen kötü kokunun önemli sebepleri arasında yer alıyor.

Sigara Kokutuyor!

Sigara içmek ağız kuruluğuna neden olduğundan, ağız kokusuna da yol açıyor. Ayrıca diğer bir ağız kokusu nedeni olan diş eti hastalıklarına da zemin hazırlıyor.

Kötü Kokunun Kaynağı Burun mu?

Acıbadem Fulya Hastanesi KBB Uzmanı Doç. Dr. Arif Ulubil, günümüzde her yüz kişinin 30’unda ağız kokusu sorunu oluştuğunu belirterek, bu durumu oluşturan nedenler hakkında bilgi verdi.
Ağız kokusuna nadiren ağız dışı etkenler de neden olabiliyor. Sinüzit, polip, geniz eti gibi burunla ilgili hastalıklar bu grupta yer alıyor. Söz konusu oluşumlar burundan hava girişini engelleyerek, burun mukozasının kurumasına; dolayısıyla burada kötü kokunun oluşmasına neden oluyor. Bu durumda kötü koku, ağızdan değil de burundan geliyor.

Pek Çok Nedeni Var

Ağız ortamından kaynaklanan koku, ikiye ayrılıyor. Bunlardan ilki, alınan gıdalar nedeniyle oluşan geçici ağız kokusu; ikincisi de, “Anaerop” bakterilerin neden olduğu kronik ağız kokusu. Geçici ağız kokusu, alınan gıdanın cinsine göre belirli bir süre sonra kendiliğinden geçiyor. Kronik ağız kokusunun oluşmasında diş çürükleri, diş eti hastalıkları, aftlar, uyumsuz ve kötü kullanılan protezler ile ağız kuruluğu gibi faktörler rol oynuyor. Sorunun esas nedeni olarak ise ağız içerisindeki yumuşak dokularda, özellikle de dil kökünde oluşan anaerop bakteri birikimi gösteriliyor. Tükürük akış hızı ve miktarındaki azalma da ağız kokusunu artırıcı etkenler arasında sayılıyor. Ağız kuruluğunda normalden daha az olan tükürük, dil üzerinde oluşan sülfür bileşiklerini yeterince yıkayamadığından ağız kokusunun artmasına neden oluyor. Ağız kuruluğunun bir diğer olumsuzluğu da, tükürük azlığının, ortamdaki oksijen yetersizliğine neden olması. Ağız ortamındaki oksijen azlığı da anaerop bakterilerin oluşmasına neden oluyor.

Stres Faktörü

Stres ağız kuruluğuna yol açtığı için, kötü kokunun oluşma nedenleri arasında sayılıyor.

Diğer Nedenler

Bronşlara bağlı enfeksiyonlar, akciğer enfeksiyonları, böbrek yetmezlikleri, diyabet, karaciğer hastalıkları, C vitamini eksikliği ve bazı tür kanserler de ağız kokusuna neden olabiliyor. Ancak bu rahatsızlıklar, ağız kokusu sorunu olanların arasında çok az yer tutuyor. Ayrıca kullanılan bazı ilaçlar ve reflü hastalığı da ağız kokusuna neden olan etkenler arasında yer alıyor. Ağız kokusuyla ilgili alınabilecek alternatif önlemlere başvurulmadan önce, tüm bu olasılıklarla ilgili incelemelerin dikkate alınması gerekiyor.



[11.01.2012]

WWW.AİLEM.COM

2 Aralık 2011 Cuma

Zeytinyağı beyin kanamasından koruyor!
Zeytinyağının yaşlılarda beyin kanaması geçirme riskini azaltabileceği belirtildi.
11:09 | 20 Haziran 2011


Fransa’da, bilim adamlarının 5 yıl süren araştırmasına, 65 yaş ve üzeri 7 bin 625 Fransız katıldı. Katılımcılar, zeytinyağı tüketmeyenler ve tüketenler olarak iki gruba ayrıldı.

Araştırma sırasında katılımcılardan 148’i beyin kanaması geçirdi. Bilim adamları, devamlı zeytinyağı tüketenlerin beyin kanaması geçirme riskinin diğerlerinden yüzde 41 az olduğunu gözlemledi.

Araştırmaya imza atanlardan Cecilia Samieri, bu sonuçların, 65 yaşındaki ve üzerindekilerde beyin kanamasının önlenmesi için bazı yeni beslenme tavsiyelerinin verilmesi gerektiğini gösterdiğini belirtti.

Yaşlılarda beyin kanamasına sık rastlandığını ifade eden Samieri, zeytinyağının kanama riskini önlemede hem az masraflı, hem de basit bir yöntem olduğunu vurguladı.

Araştırma, Amerikan "Neurology" dergisinde yayımlandı.
Şeker Kanser Hücrelerini Besliyor




Yediğiniz şeylere sadece zayıflamayı düşündüğünüz zaman dikkat ediyorsanız bu yazıyı okumanın ve sağlığınızı düşünmenin vakti geldi de geçiyor bile. Vücudunuza giren maddelerin nelere yol açtığını biliyor musunuz?

Alman Doktor Otto Warburg, araştırmaları üzerine 1931 de Nobel ödülü kazandı. Bulgularında vücuttaki oksijen ve kanser hücrelerinin bağlamlarını ortaya koyan Dr.Otto Warburg, ayrıca şekerin kanser hüclerini beslediğini de vurguladı. Kandaki şeker oranını düşürdüğünüz zaman kanser tedavileri yüzde 50 oranda daha etkili oluyor. Ayrıca son zamanda ortaya konulan yeni araştırma sonuçları, pişirilmiş yiyeceklerin de kanser hücrelerini daha çok beslediğini ve bunun yerine taze, pişmemiş sebze yemeklerinin daha sağlıklı olduğu açıklandı.

Sadece şeker tüketiminin azaltılması dışında Amerikan armudu denen Avakado meyvesi de kanser hücrelerini öldürüyor. İngiltere, Oxford Üniversitesi nde Biyokimya bölümünde yapılan araştırmaların sonucunda Avakado özünün, şeker enzimini yüzde 25 ila 75 arasında engellediği ve tümör hücrelerini yüzde de 65 ila 79 oranları arasında azalttığı keşfedildi.

Diyet ürünlerden uzak durun! Tatlandırıcıların Yan Etkileri Saymakla Bitmiyor!

Şekersiz ya da tatlandırıcılı yiyecek ve içeceklerin sürekli reklam edilmesi ve şekerden daha sağlıklıymış gibi sergilenmesine inanmayın. Diyet yapanlar seker kullanımı yerine tatlandırıcılara başvuruyorlar ve yan etkilerinin büyük hastalıklara yol açtığını bilmiyorlar. Ayrıca yan etkiler arasında kilo artışı da var!

“Saccharin” en eski tatlandırıcılardan biri. (örn: Sweet n Low). 1977 yılında “FDA” Amerikan Yiyecek ve İlaç Yönetimi kurumu, içinde Sakarin olan her şeyin üzerine “Sağlığa Zararlıdır. Hayvanlar üzerinde yapılan testlerde kansere yol açmıştır” uyarısını zorunlu kıldı. Ulusal Kanser Enstitüsü, 1978-79 yıllarında diyet içecekleri günde iki bardaktan fazla içenlerde kanser riskinin yüksek olduğunu belirtti. Fakat 9 Mayıs 2000 de Ulusal Toksikoloji Raporu ndan “Sakarin” kanser nedeni olan kimyasal maddeler listesinden çıkartıldı. Sakarin, uzun süreli veya fazla miktarda kullanıldığında sağlığa zararlıdır ama şeker hastasıysanız Sakarin diğer tatlandırıcılardan daha iyi.

“Aspartame” diyet içeceklerin yüzde 80 inde yer almakta, ayrıca şekersiz sakızlarda, bazı vitaminlerde ve hatta çocuk vitaminlerinde bulunuyor. İçinde “Aspartame” bulunan tatlandırıcıların yan etkileri(örn: NutraSweet): Baş ağrısı, migren, baş dönmesi, mide bulantısı, kilo alma, kas kasılması, depresyon, yorgunluk, uykusuzluk, çarpıntı, görme ve duyma problemleri, panik atak, eklem ağrısı, hafıza kaybı, duygusal hastalıklar, çeşitli doku sertleşmesi, deri veremi, kronik yorgunluk, beyin tümöru, şeker hastalığı, Parkinson hastalığı, Alzheimer hastalığı, Sara hastalığı, zihinsel yavaşlama ve doğum problemleri.

“Sucralose” (örn: Splenda) şekerden yapılan bir tatlandırıcıdır. Sadece kısa zaman kullanımında ki yan etkileri: Göğüs ağrıları, sinirlilik, zihin karışıklığı, yorgunluk, ciğer ve böbreklerde büyüme, gelişimde azalma, kırmızı kan hücrelerinde azalma, düşük, cenin kilosunda azalma, timus salgi bezinin küçülmesi, kalça kemiklerinde anormal büyüme, ruhsal durumlarda değişimler ve ishal. Şimdilik yan etkilerinin çok büyük hastalıklara neden olmadığı gibi görünmesine rağmen “Sucralose” maddesinin uzun süreli kullanımı ve yan etkileri arasında arastırmalar henüz gerçekleştirilmedi.

Kaynak: www.indigodergisi.com
'Bebeklere bal yedirmeyin' uyarısı etiketlere taşınacak


Doktorların "bebeklere bal yedirmeyin'' uyarısı, artık bal etiketlerinde de yer alacak.
Bir yaşın altında bebeklere bal verilmesi zehirleme etkisi gösterebiliyor. Sağlık Bakanlığı'nın ve doktorların alerjin maddeleri içermesi nedeniyle bir yaşından küçük bebeklere bal yedirilmemesi uyarısı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca etiketlere taşınacak. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca hazırlanarak görüşe açılan bal tebliği taslağına göre, bal etiketlerinde "1 yaşından küçük çocuklara bal yedirilmemelidir'' ifadesi yer alacak. AB'ye uyum çerçevesinde hazırlanan taslağa göre bala gıda katkı maddeleri de dahil olmak üzere dışarıdan hiçbir madde katılamayacak. Bal, doğal bileşiminde bulunmayan organik ve/veya inorganik maddelerden ari olacak. Bala hiçbir katkı maddesi ve aroma verici katılmayacak. Bal etiketlerinde ayrıca balın orijini, salgı balı veya çiçek balı olduğu, bal ifadesinin yanında aynı punto ile belirtilecek.
Bilgisayar Kullananları Tehdit Eden 4 Hastalık

Boyun fıtığı, tendinit, karpel tünel ve miyofasiyel ağrı sendromu… Bu hastalıklar günlük yaşamdaki basit hareketlerin bile yapılmasını önleyebilecek kadar ciddi boyutlara ulaşabiliyor. Ortak noktaları ise bilgisayarla çalışan kişilerde en sık görülen sağlık sorunları olmaları. Aslında bu hastalıklardan sadece 12 basit önlem alarak korunmak mümkün!
Acıbadem Ataşehir Cerrahi Tıp Merkezi’nden Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanı Doç. Dr. Ayçe Atalay, bilgisayarın aşırı kullanımına bağlı zorlanmalarda en çok boyun fıtığı, tendinit, karpal tünel ve miyofasiyel ağrı sendromunun ortaya çıktığını belirterek, “Aslında bu hastalıklardan basit önlemler ile korunmak mümkün olabiliyor. Ancak gereken önlemler alınmaz ve hastalık ortaya çıkarsa zaman kaybetmeden bir doktora başvurmalı. Çünkü erken tanı bu sağlık sorunlarının hızlı şekilde tedavi edilmesi sağlanabiliyor. Bunun aksine geç kalındığında ise iyileşme süresi gecikiyor ve hastalık kronikleşebiliyor” diyor.
Bu 4 Hastalığa Dikkat!
Bilgisayarın aşırı kullanımına bağlı oluşan sağlık sorunları daha çok aktif iş hayatında olan 30-50 yaş arasındaki kişilerde görülüyor.
1- Boyun Fıtığı: Boyundan başlayan ve kola uzanan ağrılar özellikle güç kaybı ve uyuşukluk ile birlikte gelişirse, bu sorun boyun fıtığına işaret edebiliyor. Özellikle sabit pozisyonda uzun süre kalınması boyun fıtığını tetikleyen bir faktör olarak görülüyor.
2- Miyofasiyel Ağrı Sendromu: Özellikle uzun süre sabit pozisyonda çalışmak zorunda kalan çalışanlarda belli kaslarda ağrılı noktalarla gelişen ‘miyofasiyel ağrı sendromu’ ortaya çıkabiliyor. Bu sendrom genellikle sırt ve kürek kemiği çevresindeki kas gruplarında ağrıya neden oluyor.
3- Tendinit: Dirsek ve el bilek çevresinde farklı tendinit tabloları ortaya çıkabiliyor. Kişilerin klavye kullanılırken el bileklerinin aşırı yukarıda olması gibi ergonomi kurallarına uygun hareket etmemesi sonucu, el ve bilek çevresinde ağrılar oluşuyor. Tendinit erken tedavi edilmezse sürekli bir ağrıya yol açarak kişinin günlük işlerini uygulamasını bile kısıtlayabiliyor.
4- Karpal Tünel Sendromu: El ve bilek çevresinin aşırı kullanımına bağlı olarak ellerde özellikle geceleri belirgin uyuşma şikayetine neden olan karpal tünel sendromu da gelişebiliyor. Uzun süreli durumlarda el kaslarında güçsüzlük ve erimeler oluşabiliyor.
12 Adımda Bilgisayara Bağlı Hastalıklardan Korunun
1- Bilgisayar Ekranınızı Direkt Olarak Karşınızda Tutun: Bilgisayar ekranı direkt olarak karşınızda olmalı. Ayrıca gövdenizden yaklaşık olarak kolunuz kadar uzak durmalı. Monitörün üstü, göz hizasında veya hafif aşağıda olmalı. Ekranın temiz ve eğimli olmaması da ergonomik açıdan dikkat edilmesi gereken bir başka faktör.
2- Klavyeniz Dirseklerinizden Hafifçe Aşağıda Olsun: Klavyeyi taşıyan kısmın kişiye göre ayarlanabilir olmasına dikkat edin. Klavye kullanırken el ve bileğinizi mümkün olduğunca düz pozisyonda tutun. Yani, el, bilek ve parmaklarınız aynı hizada olmalı. Klavyeniz dirseklerden hafifçe aşağıda olmalı. Klavyenizin bu yükseklikte olması önkol desteklerinin sırt ve omuz kaslarının gevşemesine imkan sağlıyor.
3- Mouse'u Nazik Kullanın: Mouse’un elinize uygun boyutta olmasına dikkat edin. Mouse’u hareket ettirirken tüm kolunuzu da hareket ettirin ve parmaklarınızı hafifçe kullanın. Ayrıca parmaklarınızı aşırı bastırmamaya da özen gösterin.
4- Mouse ullanım Süresine Dikkat Edin: Mouse kullanım süresi ile kol ve eli ilgilendiren problemler arasında bağlantılı mevcut. Öyle ki 3 saatlik bilgisayar kullanımı bile işe bağlı aşırı kullanım sendromuna neden olabiliyor. Kullanım süresi arttıkça kişilerin şikayetleri orantılı olarak artıyor.
5- Her Yarım Saatte Bir Mola Verin: Çalışırken yaklaşık yarım saatte bir kısa molalar verin. Bu sırada bazı egzersizleri uygulamanız, uzun süreli sabit pozisyonda kalmaya bağlı oluşan sorunları önleyecektir. Örneğin omuzlarınızı geriye çevirebilir, el bilekleriniz ile kollarınızı çevirebilir ve el bileklerinizi gerebilirsiniz.
6- Öne Eğilmeden Oturun: Bilgisayar karşısında çalışırken öne doğru eğilmeden oturun ve başınızı dengeli tutun. Omuzlarınızın da gevşek olmasına özen gösterin.

7- Pozisyonunuzu Sık Sık Değiştirin: Pozisyonunuzu sık sık değiştirmeyi ihmal etmeyin. Masanın altında bacaklarınızın rahatça hareket edebileceği bir alan olmalı ve ayaklarınız yere düz temas etmeli. Dizlerinizi de 90 derecede tutmaya özen gösterin. Ayaklarınız yere temas etmiyorsa destek koymayı unutmayın.
8- Sandalyeniz Her Yöne Hareket Edebilsin: Her yöne hareket edebilen, yükseklik ayarına sahip, bel ve sırt desteği olan, aynı zamanda bacak arkası ile kolları destekleyen sandalyeleri tercih edin.
9- Ergonomik Ortam Hazırlayın: Aydınlatma, havalandırma, masa, sandalye ve büro malzemeleri gibi iş yeri koşullarını ergonomik prensiplere göre düzenleyin. Bu düzenleme öncelikle iş gücü kaybınızı önleyecektir.
10- Telefonu Omuz ve Baş Arasına Sıkıştırmayın: Özellikle telefonu omuz ve başınızın arasına sıkıştırmayın. Telefonu sık kullanıyorsanız baş telefonu ve kulaklık kullanmanız boyun ağrılarına karşı koruyucu olabiliyor.
11- Ofis Malzemelerinizi Düzenleyin: Çalışma alanı oluşturulurken çok sık kullandığınız malzemeleri yakına yerleştirmeniz kullanım kolaylığı sağlar. Böylece gerekli ofis malzemelerine kolayca ulaşabilirsiniz. Telefonu sağ elli iseniz sola, sol elli iseniz için sağa yerleştirin. Eğer tablo gibi referans bir materyel kullanılıyorsanız bunu göz seviyesine veya daha yukarıya yerleştirin.

12- Egzersiz Yapın: İş dışındaki zamanlarınızda esnekliğinizi ve kondisyonlarınızı korumak için düzenli bir egzersiz programına katılın. Bilinen bir hastalığınız varsa önce tedavi olun, daha sonra doktorunuzun önerisine göre egzersize başlayın.
Hastalıklara Zemin Hazırlayan 10 Faktör!
Bilgisayar kullanımına bağlı ortaya çıkan hastalıklara zemin hazırlayan faktörler kişisel, çevresel ve psikolojik faktörler olarak sıralanabilir:

1- Tekrarlayıcı hareketlerin uzun süreli olarak yapılması,
2- Duruş bozukluğu,
3- Sabit bir pozisyonda uzun süreli kalınması,
4- Bazı durumlarda gerekenden fazla güç sarf edilmesi. Örneğin klavyenin tuşlarına kuvvetli basılması veya mouse’ın gereğinden fazla güçle kavranması.
5- Kadın olmak (özellikle karpal tünel sendromu açısından)
6- Kötü ergonomik donanım veya havalandırmanın kötü olması,
7- İşlerinden memnun olmamak ve monoton işler,
8- Ağır iş yükü ve sorumluluklar,
9- İş yerlerindeki iş arkadaşı veya amirin desteğinin zayıf olması,
10- Sigara kullanımı ve yaşın ilerlemesi.

WWW.AİLEM.COM
Kanser riskini azaltmanın 9 etkili yolu





Günlük yaşantımızda alacağımız önlemler ve yapacağımız basit şeylerle çağın hastalığı kanserden korunmak ve riski azaltmak mümkün Hematolojik Onkoloji / Tıbbi Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Necdet Üskent, daha kaliteli bir yaşam sürmeniz için yapmanız gerekenleri şu şekilde sıralıyor…

1. Sigara ve diğer tütün ürünlerini kullanmayın

Sigara ve diğer tütün ürünleri, tüm kanser ölümlerinin %30’undan sorumludur. Sigara kullananlarda akciğer kanseri gelişme oranı, kullanmayanlara göre 20 kat fazladır. Akciğer kanserlerinden ölümlerin yaklaşık yüzde 90’ı sigara ilişkilidir. Ağız içi, baş boyun bölgesi, ses telleri, idrar kesesi ve yolları kanserleri ile pankreas kanseri de tütün kullanımıyla doğrudan ilişkilidir. Sigara kullananlarda meme kanseri riski de yükselir.

2. Alkolü ölçülü tüketin

Alkol doğrudan bir kanserojen olmamakla birlikte, aynı zamanda tütün ürünleri kullananlarda üst solunum yolları, ağız ve yemek borusu kanserlerine neden olabilir. Özellikle alkol derecesi yüksek sert içkiler, tütündeki kanserojenlerle birleştikleri zaman doku bozulması daha hızlı gelişir. Primer karaciğer kanseri, alkolik siroz zemininde de gelişebilir. Bırakamıyorsanız, az miktarda ve düşük alkollü bira ve şarap gibi içecekleri tercih edin.

3. Kilo almayın, hayvansal proteinleri, tütsülenmiş ve konserve yiyecekleri tüketmeyin

Kilo almayın. İdeal kilonuzu korumaya çalışın. Yağlı ve yüksek kalorili gıdalardan uzak durun. Hayvansal proteinleri ve özellikle kırmızı eti az tüketin. Tuzda uzun süre bekletilerek pişirilmiş, tütsülenmiş et ürünlerini ve yüksek ısıdaki ateşte barbekü yapılarak kömürleştirilen ürünleri, nitrit koruyucu ilave edilmiş konserveleri kullanmayın. Yağ ve yüksek kalori ile hayvansal proteinler; meme, kolon, uterus ve kolon kanseri riskini artırır. Yüksek lifli gıdalar, sebze, meyve ve tahıllar ise kanser riskini azaltır. Lahana, karnabahar ve brokolide, allium bileşikleri içeren soğan ve sarımsakta yoğun olarak anti-kanserojen etki vardır. Özellikle koyu yeşil yapraklı sebzeler, sarı ve koyu kırmızı renkteki meyvelerde, yeşil ve siyah çayda kuvvetli anti-kanserojen maddeler yer alır. Günlük 300 mg salisilik asitin kolon kanseri riskini azalttığı bilinmektedir.

4. Güneşten ve radyasyondan korunun

Solar ultraviyole radyasyon; malign melanom, yassı hücreli kanser ve bazal hücreli kanser gibi deri kanserlerinin riskini arttırır. Kanserojenik etki deri hücrelerinin DNA’sına direk hasar verir. Ultraviyole ışınları gen mutasyonlarına yol açarak da kansere neden olur. Tanı ve tedavi amaçlı iyonize radyasyona maruz kalan çocuklarda lösemi riski, normal popülasyona göre daha fazladır. Günümüzde bilgisayarlı tomografilerde yeni teknolojiler kullanarak çekim süresi kısaltılmış ve radyasyona maruziyet 5-10 kat azaltılmıştır. Yine de gereksiz ve çok sık çekimlerden kaçının. Magnetik Rezonans(MR) ile ise gösterilmiş bir risk yoktur.

5. Yaşadığınız çevreyi iyi seçin ve denetleyin

Yaşadığınız çevrede, toprakta ve binada asbestoz olmamasına dikkat edin. Bazı coğrafi bölgelerde topraktaki asbest nedeni ile akciğer, akciğer zarı ve karın zarında mesetelioma kanseri görülmektedir. Eski binalarda yalıtım amaçlı kullanılan asbest bir tehlike olarak varlığını sürdürmekte, binaların re-konstrüksiyonu sırasında asbeste maruziyet büyümektedir.

6. Biyolojik kanserojenlerden korunmak için aşı yaptırın

Hepatit B virüsü kronik karaciğer hastalığına ve karaciğer kanserine neden olabilir. B hepatit aşısı olarak, karaciğer kanserinden tamamıyla kurtulmak mümkün. Rahim ağzı kanseri HPV adlı bir virüs tarafından oluşturulur. Cinsel yaşamın başladığı yıllardan başlayarak erken yaşta aşılanmakla bu kansere karşı da korunmuş olunur. Midede yaşayan bir bakteri olan helicobacter pilori (HP), kronik gastrite ve mide lenfomasına neden olabilir. HP gastriti saptandığında uygun antibiyotiklerle tedavi edilmelidir.

7. Hareket edin, kilo verin

Obezite ve menopoz sonrası şişmanlama meme kanseri için ciddi bir risk faktörüdür. Düzenli egzersizler ve yürüyüş, hafif spor gibi fiziksel aktiviteler meme ve kolon kanseri riskini azaltır. ABD’de ilk adet yaşının giderek çok erken yaşlara kayması ve menopoz yaşının daha ileri yaşlara kalması sonucu meme kanseri vakası artmaktadır. Bu nedenle çocuklara egsersiz programları verilerek ilk adet yaşının geciktirilmesini hedefleyen ulusal programlar uygulanmaktadır.

8. Günde en az 8 saat uyuyun

Bağışıklık hormonları uykuda artar. İmmün hücreler dinlenir. Kesintisiz derin bir uyku, düzenli beslenme, stresten uzak huzurlu bir aile yaşamı, iş ortamı dışında eğlenceli hobiler edinmek ve iyi bir dost çevresi, düzenli fiziksel aktivite ile desteklenirse kanserden korunmak için optimal ortam sağlanmış olur.

9. Erken tanıyı ciddiye alın

Yılda en az bir kez check-up yaptırın. Doktora gitmek için mutlaka hastalanmayı ve hastalığın belirtilerini beklemeyin. Unutmayın ki hastalığa ait belirtiler başladığında ve sizi doktora başvurmaya zorladığında, birçok kanser için çok geç olmaktadır. Rahim ağzı kanseri için her yıl pap smear, meme kanseri için 40 yaş ile 50 yaş arasında 2 yılda bir daha sonra yılda bir yapılacak mammografi taramaları, 50 yaş üstü kolonoskopi ve gaitada gizli kan analizleri, sigara içenlerde akciğer bilgisayarlı tomografi taramaları ile kanserleri tedavi edilebilir erken evrelerde yakalamak mümkün olabilir.


www.hekimce.com

16 Kasım 2011 Çarşamba

ORGANLAR İÇİN ALKOL ZEHİRDİR


Avrupa ülkelerinde ve ABD’de genel olarak alkol, sosyalleşmenin yardımcısı olarak değerlendirilmektedir. Bir gevşeme, açılma ve günlük hayatın stresinden kaçınma yolu sayılmaktadır.
Fakat alkolün sağlığa zararları nedense pek açıklanmaz. Tek bir kadeh bile pek çok mahzuru beraberinde taşır; karaciğere zarar verir, cildi kurutur ve çok gerekli beyin hücrelerinden bazılarını öldürmeye başlar. İşte alkolün vücudumuzda neler yapabildiği:
Osteoporozu kolaylaştırır: Alkolle osteoporoz (kemik kırılganlığı) arasında yakın ilgi vardır. Çünkü içki, vücutta işlem gören besinlerin kaybını hızlandırır, böylelikle kemikleri kırılgan hale getirir.
Tansiyonu yükseltir: Küçük miktarlardan fazla içmekle, hatta işten sonra sadece bir-iki kadeh içki ile bile kan basıncı yükselebilir. Eğer devamlı içki içilirse, kan basıncı yükselir ve bırakıncaya kadar düşmez.
Kalp yanması yapar: Alkol çok asitlidir ve fazla içildiğinde göğüsle boğazda kötü bir yanma duygusuna yol açabilir; yutkunmayı zorlaştırır ve oldukça berbat safrayı boğaza kadar getirebilir.
Kadınların adet öncesi sıkıntılarını artırır: Fazla içen kadınlar, alkoldeki yüksek şeker miktarı sebebiyle, adet öncesi sıkıntılara karşı daha dayanıksızdır.
İçki, kan şekeri seviyesini alt-üst eder ve adet öncesi sıkıntısını yenmek için ihtiyaç duyulan besleyici gıdalara karşı iştahsızlığa sebep olur.
Cildi harab eder: Alkol daha yaşlı görünüme sebep olabilir. Çünkü içki cildi kurutarak, daha hızlı yaşlanmaya ve daha fazla kırışmaya sebep olarak esnekliğini azaltır.
Kişi kendini berbat hisseder: Alkol alan belki bir-iki saat uyuşarak dertlerini unutabilir, ama gerçek şu ki; alkol ruhen çöküntü verir. Önce hoş, pembe, sahte bir yüksekliğe çıkarır ve daha sonra tekrar geri getirip yere çarpar ve hüzne yol açar.
Karaciğeri zedeler: Alkol, karaciğer hücrelerini öldürür ve karaciğer dokusunu zedeler. Karaciğer kendini yenileyebilme özelliğine sahiptir, ancak sadece alkol bırakıldığında… Bu yüzden siroza kadar giden karaciğer bozukluklarının en önde gelen sebebi alkoldür.
Cinselliğe darbedir: İçki, cinsel uyarılmayı azaltır ve uyuşturur. Böylelikle cinsel yetersizlik ve cinsellikten zevk almama ortaya çıkar.
Ayrıca spermleri olumsuz yönde etkiler, yumurtalıklara zarar verir ve hamile kalmayı zorlaştırır.
Vücudu yağlandırır: Alkol, faydasız ve boş kalori demektir. Vücut bunları yakar ve kalanını yağ olarak depolar. Kısacası fos bir şişmanlık verir.
Aterosklerozu kolaylaştırır: Atardamarları tıkar. Çünkü alkol, trigliserid olarak bilinen kandaki zararlı yağ seviyesini yükseltir. Bu da kalp krizi riskini artırarak kişiyi kalp-damar hastalıklarına yatkınlaştırır.
Kalp kaslarına zarardır: Alkolün hem iskelet, hem de kalp kasına toksik etkileri bilinmektedir. Kalbin kasılmasını zorlaştırarak kalp hastalıklarına sebep olur.
Gözlere zararlıdır: Alkol, görüş netliğini bozar. Göz kaslarını felç eder, yani odaklanma ve mesafeleri düzgün olarak belirleme kaybolur. Beyindeki koordinasyona da zarar verir ki, bu denge bozukluğu demektir.
Felç yapar: Yoğun içicilerde kanamalı beyin damar olayına yol açar. Kan basıncını yükseltir, pıhtılaşmayı zorlaştırır. Böylelikle felçlere zemin hazırlar.
Baş ağrıları, uyku ve hafıza bozuklukları ile periferik nöropatinin sebebidir: Alkol kullanımının kesilmesi, yatak istirahatı, yeterli beslenme ile hastalarda belirgin düzelme görülür.


kaynak: ALKOLLÜ İÇKİLER VE ZARARLARI
ELİT KÜLTÜR
PANİK ATAK SORULARI


Panik ataklar öldürebilir mi?
Panik atak yaşayan insanlar çoğu zaman kendilerini ölecekmiş gibi hissetse de panik ataklar insanı kesinlikle öldürmez. Hastalar sık sık kalp krizi geçirdiklerinden korktukları için acil servise götürülmektedir. Elektrokardiyogram (EKG) çekildiği ve kan testleri yapıldığı zamansa hiçbir fiziksel hasarın olmadığı görülmektedir, ama yine de kişide kalp krizine benzer kollarda karıncalanma ya da göğüs ağrısı duyumları olabilmektedir. Beyinde çalmaya başlayan yanlış alarm, kişiyi ölmek üzere olduğuna inandırmaktadır. Panik atak hastasının başa çıkması gereken başlıca unsur korkudur. Teşhis konulduktan ve tedavi başladıktan sonra anksiyete azalır ve kişinin panik ataktan öleceği korkusu da asgariye iner.
Panik atağın özellikle tehlikeli olan bir yanı yoktur. Yüksek miktarda adrenalin salgılanmasının beyne ve vücuda bir zararı yoktur. Bu, kişinin kendini alıştırabileceği olağan bir durumdur. Elbette panik atak hastaları bu durumu yaşamaktan çok korkar, ama bunun sonucunda hiçbir fiziksel sorun yaşamayacaklarını öğrenince genellikle kendilerini daha iyi hissetmeye ve duruma uyum sağlamaya başlar.
Ölme ve kontrolü kaybetme korkusu panik bozukluğundaki başlıca korkulardır. Bunun sonuncunda ise panik atak hastası aşırı derece kontrol altına girer.
Tedavi derin nefes alıp verme, gevşeme teknikleri ve kişinin duygusal durumuyla temas kurmasını sağlama yollarıyla panik atak hastasını rahatlatmaktan meydana gelir. Panik atak hastasının kendi üzerinde uyguladığı aşırı kontrol, duygularını tam olarak hissetmesine imkân bırakmaz.
Panik atak sırasında kalp hızlı çarpabilir mi?
Panik atak sırasında vücutta bol miktarda adrenalin salgılanır. Adrenalin ( epinefrin) sinirlerin kalbi uyarmasına sebep olur. Tehlike altında bulunan kişinin “savaşmak ya da kaçmak” için yeterli gücü bulabilmesi amacıyla kalp daha hızlı kan pompalamaya başlar. Ama burada tek sorun, ortada hiçbir tehlike olmamasıdır. Çoğu hasta çarpıntı yaşadığı zaman daha fazla anksiyete duyar; halbuki çarpıntılar, kalbin ritmi veya hızındaki değişikliklerin meydana getirdiği, kalbin daha hızlı çarpmasının bilincinde olunması anlamına gelir. Çarpıntı herhangi bir kalp hastalığı olduğuna işaret etmez. Kardiyologlar hastalarının kalpte “hızlı hızlı atma, çarpma” gibi tanımlamalarını duyduğu zaman akıllarına psikiyatrik nedenler gelir.
Anksiyeteli hastalarda kalp ritim ve hızlarındaki değişimlere yönelik daha büyük bir farkındalık gelişir. Organik kalp hastalığı olan insanlarsa bu anormalliklere alıştıkları için genellikle kalplerinde olanların anksiyeteli insanlara göre daha az farkındadırlar.
Eğer kalbinizle ilgili endişeleriniz varsa büyük ihtimalle kardiyolojik değil psikiyatrik sorunlar yaşıyorsunuz demektir. Kalbinizin hızlı hızlı çarptığını hissediyorsanız, yapılacak şey bu durumu kafaya takmamaktır. Sadece gevşeyin ve bunun normal bir işlevin parçası olduğunun bilincinde olun. EKG’ler çekildiği zaman kalbinizde hiçbir sorun olmadığını ve bunun bir panikten ibaret olduğunu göreceksiniz.
Panik ataktan dolayı bayılma olur mu?
Panik atak sırasında büyük ihtimalle bayılma olmaz ama genelde baş dönmesi olur. Bu durumda aşırı hızlı soluk alıp vermek yerine normal bir şekilde soluk alıp vermeye çalışın. Çünkü asıl aşırı soluk alıp vermek baş dönmesi ve baygınlığa yol açar.
Panik atak sırasında bayılan hasta olduğunu ne gördüm ne de şimdiye kadar duydum. Sonra birinin kafasına bir şeyle vurulmadığı müddetçe bayılma tehlikeli değildir.
İnsanlar genellikle panik atak sırasında bayılmaz, ama bayılacaklarından endişe eder.
Bir bardak su içmek genellikle kişinin zihninden korkuyu uzaklaştıracağı için baygınlığı önler.

Panik atak geçirirken ciltte kızarma durumu
olur mu?
Duygulardan dolayı yüzde ve boyunda ani ve kısa süreli kırmızılık anlamına gelen kızarma, genellikle panik atakların sosyal anksiyete veya performans anksiyetesi ile ilişkili olduğu zaman meydana gelir. Pek çok insan bu durumu panik atak olmadan yaşar. Konuşma yapacakları veya bir kitlenin önünde gösteri yapacakları zaman aşırı derecede korkarlar (sahne korkusu) ya da bu durum bazen günlük sosyal etkileşimlerde meydana gelir. Kızarmaları onları daha da utandırır, çünkü böylelikle diğer insanlar onların utancını veya diğer duygularını görebilmektedir. Kızarmanın nedeni deri yüzeyinde vazodilasyon, yani kan damarlarının genişlemesidir. Ayrıca adrenalindeki artışa da bağlı olabilir.
Panik atak yaşayanlar için kızarma, en utanç verici belirtilerden biri olabilir. Çünkü o zaman insanların sizin panik atak yaşadığınızı anlayabildiğini hissedersiniz.
Ben hastalarıma, seyirciler arasındaki çoğu insanın panik atak hastalarının inandığı gibi konuşmacıyı incelemediklerini söylüyorum. Seyirciler çoğunlukla sizin yüzünüzdeki bir kızarma gibi küçük ayrıntıları fark etmez. Yapılacak şey sizin konuşmanıza yoğunlaşarak kızarma, kalp çarpıntısı vs. gibi çeşitli bedensel duyumları görmezden gelmenizdir.
Panik atak hastaları genellikle çoğu insanın umursamadığı çeşitli duyumlara ilişkin takıntılar geliştirir. Bu gibi unsurlara aşırı derecede odaklanmak endişenizin artmasına neden olur ve bir panik atak başlatabilir. Gevşeme teknikleri ve ilaçlar, bu sorunlarda size yardımcı olabilir. Seyircilere bir konuşmacının kızarıp kızarmadığı ya da titreyip titremediği sorulduğunda çoğu böyle bir şey hatırlamamaktadır. Yani insanlar konuşmacının gerginliğini gösteren küçük ayrıntıları fark etmez. Konuşmacı ise özellikle de panik bozukluğu varsa kendi anksiyetesinin aşırı derecede farkındadır. Sizi izleyenlerin bu gibi şeylerin farkında olmadığını bilmek rahatlatacaktır.
Yüksek bir dağa çıkıldığında veya kişi oksijen seviyesinin düşük olduğu bir bölgede bulunduğunda panik atak geçirilecek gibi olabilir mi?
Panik atak, vücutta düşük oksijen (O2) veya yüksek karbondioksitle (CO2) ilişkilendirilmektedir. Nedeni belli olmamakla birlikte beyinde panik ataklara sebep olan arızalı alarm sisteminin düşük O2 ya da yüksek CO2 tarafından harekete geçirilmesi olabilir. Bu kadar etkili ilaçlar bulunmadan önce, eskiden panik atağı engellemek için kullanılan tekniklerden biri, kişinin kağıt bir kese içine nefes alıp vermesini sağlamaktı. Panik atak hastası bu şekilde daha düşük seviyede hiperventilasyona (aşırı hızlı soluk alıp verme) maruz kalıyor ve genellikle panik atak duruyordu. Kâğıt bir kese içine nefes alıp vermek solunum sistemini de daha yüksek oksijen seviyelerine çıkaracaktır. Bu tekniğin bir faydası da panik atak geçene kadar hastanın zihnini, duyduğu aşırı korkudan uzaklaştırmak olabilir.
Panik atak hastalarının aşırı hızlı soluk alıp verdikleri bilinmektedir; bunun nedeni kandaki yüksek adrenalin düzeyleri olabilir. Doğru nefes alıp vermeyi öğrenmek ve davranışsal terapi, bu duruma yardımcı olabilir. Eğer kendinizi hızlı hızlı soluk alıp verirken ve panik içinde bulursanız yere uzanın, ellerinizi karnınıza koyun ve kendinizi çok yavaş nefes alıp vermeye zorlayın. Derin nefes alıp verirken karnınızın üstünde duran elleriniz havaya kalksın. Nefesi verirken de karnınıza bastırın ve mümkün olduğu kadar çok havayı nefesinizle dışarı vermeye çalışın. Bu şekilde hızlı soluk alıp verme alışkanlığınızdan vazgeçerek panik atakları önleyebilirsiniz.

Çocukken tacize uğramak panik atak geçirme sebebi olabilir mi?
Erken dönemde yaşanan her türlü travma panik bozukluğunun gelişiminde etkili olabilir çünkü biz bu tür travmaların beyinde epinefrin ve serotonin üretimini kontrol eden merkezlerin aşırı uyarılmasına sebep olarak beyin kimyasını değiştirdiğine inanıyoruz.
Geçmişinde erken dönemde yaşanmış bir travma olan hastalar çoğunlukla panik atak geçirerek hekimlerine baş vurmaktadır. Panik atakları kontrol altına aldıktan sonra taciz veya başka türden erken dönemde yaşanmış travmalar gibi asıl sorunlar üzerinde çalışmaya başlayabiliriz. Atakların pençesindeyken panik atak hastalarıyla psikoterapi uygulaması çok zordur. Panik atakları kontrol altına almak ve çoğu durumda tamamen ortadan kaldırmak için pek çok ilaç ve başka teknikler olduğundan şanslıyız.
Panik atakların tedavisinde kullandığımız SSRI‘ler ve diğer antidepresanların beynin travmadan zarar gören noradrenerjik ve serotonerjik sistemlerini değiştirebileceğine inanılmaktadır. Bu değişiklikler bazen kalıcı olur ve panik atak hastalarına faydalı olur. Beyni travma öncesi durumuna getirebildiğimizi iddia etmiyoruz, zaten buna da gerek yoktur.
Pek çok durumda psikoterapi ve davranışsal tedavi de beyin kimyasını olumlu yönde değiştirebilir. Taciz gibi erken dönemde yaşanan bir travmayı saklamak zorunda kalmak, kişiyi sürekli bir vijilans (teyakkuz) ve anksiyete halinde tutabilir. Bu daimi stres durumu sinir sistemini gererek panik bozukluğuna ve başka rahatsızlıklara sebep olur. Psikoterapi ise hastayı bu duygusal esaretten kurtararak sorunu çözüme kavuşturur. Çoğu panik atak hastası sürekli korku içinde yaşamaktadır. En sonunda bu sorunları çözmek onları rahatlatır.
Üniversite öğrencisi Esra, panik atak nöbetleriyle muayeneye gelmişti. İlaç ve terapilere rağmen düzelme göstermedi. Bir gün, “size kimseye söylemediğim derdimi anlatmak istiyorum” diyerek açıldı. Küçük yaşta tacize uğramıştı ve bir türlü bu kötü hatırayı unutamıyordu.
Agorafobi nedir?
Agorafobi, kaçmanın zor veya küçük düşürücü olabileceği belli yer veyahut durumlara gitmemek ya da girmemek ve/veya bunlardan kaçınmakla ilgili duyulan anksiyetedir. Agorafobikler yalnız başına evlerinin dışında olmaktan, kalabalık içinde bulunmaktan, köprünün üzerinde olmaktan ya da otobüs, tren veya arabayla seyahat etmekten korkarlar.
Çoğunlukla panik ataklar meydana gelir ve daha sonra kişinin agorafobik olmasına yol açar. Dış mekânlar panik ataklarla ilişkilendirilir ve hastalar bu yerlere karşı fobi geliştirir. Bazı kişiler buralara gidebilir ama oradayken çok büyük bir korku yaşar ve kaçmak için sabırsızlanır. Çoğu hasta, yanında biri varsa korkulan bir yerde bulunmayı tolere edebilir. Çoğu panik atak hastası bayılabilecekleri, “delirebilecekleri” veya başka bir şekilde aciz kalacaklarını düşünerek dış dünyayla kendi başlarına başa çıkamayacaklarına inanır. Bir şey olduğu takdirde yanlarındaki kişinin kendilerini kurtaracağını düşünürler.
Ancak hastalar çeşitli durumlardan kaçındığı zaman seyahat etme, çalışma yetenekleri bozulur ve evle ilgili sorumluluklarını yerine getirememeye başlarlar. Bazılarıysa tamamen eve bağımlı olur. Koridorlar, asansörler ve merdivenler gibi her ortam sorun haline gelir. Bu durumda kişiyi evden çıkarmayı hedefleyen tedavi gerekir.
Üç yıl boyunca agorafobiye karşı cesurca savaş veren bir hastam vardı. Sonunda, ağır bir grip vakasından sonra dairesine sıkışıp kalmıştı ve artık çalışmak için büroya gidemiyordu. Kalp hastalığı için doktora gitmek zorunda olduğu zaman, oğlu beline sarılarak merdivenlerden indiriyor ve evinin çok yakınında bulunan doktora onu elinden tutarak götürüyordu. Her adım onun için büyük bir işkenceydi ve dışarıda bulunduğu tüm süre boyunca, gözlerini kapalı tutmaya çalışıyordu.

Panik atak hastası anne olabilir mi?
Panik bozukluğu hastalarının birinci dereceden biyolojik akrabalarında (çocuklar gibi) bu hastalığın ortaya çıkma riski popülasyonun geri kalanından dört ila yedi kat daha fazladır. Ancak panik atak hastalığı yaşayan bireylerin %50 ila %70 ‘inin hastalıktan etkilenen birinci dereceden bir biyolojik akrabası yoktur. Çocuk sahibi olup olmamak her zaman için kişisel bir tercihtir.
Çoğu panik bozukluk hastası soy ağacına geriye doğru baktığında panik bozukluğu olan bir anne, büyük anne ya da teyze görebilmektedir. İnsanlar bu hastalıkta çoğunlukla kadın akrabalarını hatırlar, çünkü görünüşe göre kadınlar bu hastalıktan erkeklere göre daha fazla etkilenmektedir.

Panik atağın sebepleri nelerdir?
Panik atağın, erken yaşlarda anneden ayrılık gibi travmatik yaşam olayları ile ilgili olabileceği ileri sürülmüştür. Agorafobinin eşlik ettiği panik bozukluk hastalarının, çocukluk ve ergenlikte anne veya baba ölümü, aileden uzamış ayrılık, anne-babanın boşanması gibi travmatik yaşam olaylarını sağlıklı bireylere göre daha fazla yaşadıkları belirlenmiştir.
Yine stres ve gerginliğin yoğun yaşanması da panik atağı ortaya çıkarabilmektedir.

Kahve içmek panik atak’a yol açar mı?
Kahve ve diğer uyarıcılar panik atağa sebep olan merkezi sinir sistemi yollarını harekete geçir. Hastalar ilaç aldıkları zaman kahve içmeye yeniden başlayabilir, ama teşhis ve tedavinin başlangıcında kola ve çay da dahil tüm kafeinli içeceklerden uzak durmak daha iyidir.
Bitkisel çaylar kafeinsizdir; fakat bazen efedra gibi panik atakları tetikleyebilecek başka kimyasalları içerebilir. Her zaman ne tüketildiğini anlamak için etiketler dikkatlice okunmalıdır.
Bir süredir panik atak geçirmiyorsanız ve bir şeyi yedikten ya da içtikten sonra yeniden ataklar gelişiyorsa, içerdiği zararlı maddeyi anlamanızda size yardımcı olması için o ürünü psikiyatristinize götürmelisiniz.

Yetersiz uyku panik atak sebebi midir?
Yeterli uyumamak, vücutta panik ataklara sebep olabilecek bazı hormonların veya başka kimyasalların uyarılmasına yol açabilir. Panik bozukluğuyla baş edebilmek için uygulanabilecek en iyi plan, iyi yiyip uyumaya çalışmak ve olabildiğince düzenli bir yaşam tarzı sürdürmektir.
Öğrenci olan bir hastam, her gece sabahın dördüne kadar uyumadan çalışıyor ve sabah 8.30’da kalkıp kahvaltı etmeden derse koşturuyordu. Panik atakları başlayınca uykuya dalmaktan korkar hale geldi ve çoğunlukla uyumak için yatmaktan bile korkarak bütün gece oturmaya başladı. Uyku eksikliği arttıkça panik atakları kötüleşti. En sonunda tedaviye başvurdu. Kendisine uyku veren bir antidepresan olan Desyrel verildi ve en geç gece yarısı yatıp her sabah saat 8.00’de kalkması tavsiye edildi. Hasta bu tavsiyeye uyarak iyi sonuçlar elde etti. Daha antidepresan etkisini göstermeye başlamadan (3 hafta) kendini dinlenmiş hissediyordu ve yaşadığı panik atakların sayısında azalma olmuştu. Desyrel’i alırken düzenli yemek yemesi gerektiğini biliyordu. Bu yüzden düzenli olarak günde üç öğün ve aşırıya kaçmadan yemeye başladı. İki ay sonra artık hiç panik atak yaşamadığı için “iyileştiğini” zannetti ve düzgün yememeye ve uyumamaya dayalı eski düzenine geri döndü. Bununla birlikte panik atakları da geri geldi; o da derhal iyi alışkanlıklarına bu kez ısrarla geri döndü ve yine düzeldi.
Uykusuzluktan kaynaklanan başka pek çok panik atak’lı hastaya rastladım. Panik atak hastasıysanız kendinize çok iyi bakmanız gerekir. Sağlığınız iyiyken bağlandığınız kötü alışkanlıklar bırakılmalı ve iyi uyuma ve beslenmeye dayanan iyi alışkanlıklar edinilmelidir.
Kişi kendine bakarak kendini iyileştirmeye adamalıdır. Sekiz saat uyumak için her gece aynı saatlerde yatmak ve kalkmak bir lüks değil, aksine gerekli bir davranıştır.

KAYNAK: PANİK ATAK REHBERİ
ELİT KÜLTÜR YAYINLARI

9 Kasım 2011 Çarşamba

STRESİN VÜCUTTAKİ ETKİLERİ


Çağın hastalığı stres, her türlü hastalığa zemin hazırlıyor. Bilim adamları stres altındaki vücutta neler yaşandığını şöyle açıklıyor:

1-Sinir sistemi: Vücut, bir anda bütün enerji kaynaklarını bu dış tehditle mücadele etmeye yönlendirir. “Savaş ya da kaç” tepkisi olarak adlandırılan bu durumda sempatik sinir sistemi, böbreküstü bezlerine “Adrenalin ve kortizol salgıla” talimatı verir. Bu hormonlar kalp atışlarını hızlandırırken, tansiyon ve kandaki şeker oranı da yükseltir. Tehdit geçince ise vücut dengesi tekrar sağlanır.

2-Kas ve iskelet sistemi: Kaslar gerilip katılaşır. Bu durumun uzun sürmesi baş ağrısına zemin hazırlayabileceği gibi kas ve iskelet sisteminde çeşitli rahatsızlıklara yol açabilir.

3-Solunum sistemi: Stresli durumlarda daha sık aralıklarla ve daha zor nefes alınır. Bu da kimi insanlarda panik atakları tetikleyebilir.

4-Kalp-damar sistemi: Trafik sıkıştığında yaşanan türden geçici (akut) stres, kalp atışlarını hızlandırır ve kalp kaslarının büzülmesine yol açar. Daha büyük kaslara kan taşıyan damarlardaki kan seyrelir ve vücudun bu bölgelerine daha fazla kan pompalanmasına neden olur. Sık tekrarlanan akut stres, kalp damarlarında iltihaplanmalara ve dolayısıyla kalp krizlerine neden olabilir.

5-Endokrin (iç salgı) sistemi: Beynin gönderdiği sinyaller doğrultusunda böbreküstü bezleri “kortizol” ve “epenifrin” salgılar. Her ikisi de “stres hormonu” olarak tanımlanmaktadır. Bu iki hormon salgılandığında, karaciğer de glikoz salgısını artırır. Aslında bu, vücudun savunma yöntemidir ve stresli durumlarda “savaş ya da kaç” stratejisini uygulamak için gereken enerjiyi sağlar.

6-Mide - bağırsak sistemi: Her zamankinden daha az ya da daha çok yenir. Daha fazla yemeniz, alkol ya da sigara tüketimini artırmanız durumunda reflü ya da kalp yanması gibi hastalıklar ortaya çıkabilir. Stres ayrıca, yemekteki besleyici maddelerin normal emilim şeklini ya da besinin vücuttaki dolaşım hızını değiştirerek sindirim sisteminizi de vurabilir. Bunun sonucunda kabızlık ya da ishal ortaya çıkar.

7-Üreme sistemi: Kronik stres, sperm ve testosteron düzeyini azaltabilir, iktidarsızlık yaratabilir. Kadınlarda adet düzeni bozulur, kimi zaman tamamen kesilir ya da sancılı adetler başlar. Stres cinsel isteği de azaltabilir.

WWW.HEKİMCE.COM
Stresle Başa Çıkmanın Yolları




Çalışma hayatında stresle başa çıkmanın yolları

Çalışma hayatının temposu altında eziliyor, yoğun stres altına giriyorsanız sakın üzülmeyin. Uzmanların bu konudaki çözüm önerilerini uygulayarak stresle başa çıkmanız mümkün.

Günümüzün yoğun iş temposunda çalışan herkesin ortak sorunu olan stresle başa çıkabilmek aslında hiç de zor değil.

Belli bir derecede stres olması vücut için sağlıklıdır ancak yoğun stres birçok hastalığa sebep olabilir. Hatta yapılan çalışmalar yoğun stres altında çalışan ve sürekli strese maruz kalan kişilerin özellikle işlerinde kontrol onlarda değilse ve fazla yük alarak çalışıyorlarsa kalp krizi geçirme risklerinin oldukça yüksek olduğunu söylüyor.

Genellikle stresin nedenleri arasında işten çıkarılma korkusu, az elemanla çok fazla çalışma, ya da eleman çıksa da aynı iş yüküyle tekrar eleman alınmadan devam etme, iş tatmininde bir artış olmaksızın beklentilerin sürekli yükselmesi sayılabilir.

Peki, iş stresi yaşadığınızı nasıl anlarsınız? İş dünyasına yönelik olarak eğitim ve danışmanlık hizmetleri veren Esentepe’deki Beynin Gücü İnsan Kaynakları Genel Müdürü Uzman Psikolog Ayben Ertem bu bulguları şöyle sıralıyor;

Gergin, çabuk kızan, alıngan ve depresif hissediyorsanız,

İşe karşı ilginiz azaldıysa, kayıtsız ve duyarsız hissetmeye başladıysanız,

Uyku sorunu yaşıyorsanız,

Yorgunluk hissediyorsanız,

Konsantre olmakta güçlük çekiyorsanız,

Kas ağrıları ve baş ağrıları yaşıyorsanız,

Mide ağrıları yaşıyorsanız,

Sosyal içe çekilme yaşıyorsanız,

Cinsel gücünüzde azalma varsa,

Stresle baş etmek için alkol kullanmaya başladıysanız, yüksek iş ve işyeri stresi yaşıyor olabilirsiniz.

Ertem, işyerindeki stresi azaltmak için neler yapılabileceği sorusunu ise şöyle cevaplandırıyor;

Güne güzel başlayın, mutlaka kahvaltı edin. Mümkünse bir süre yürüyün ya da spor yapın, ondan sonra işe gidin. Güne enerjik başlayın.

Gün içerisinde yapacaklarınızın yazılı olduğu bir ajanda tutun. Bir sonraki işinizin ne olacağını bilirseniz stresiniz biraz olsun azalır. Mutlaka ani ortaya çıkan işler olacaktır ancak önem sırasına koymayı başarabilirseniz bu da sizi oldukça rahatlatır. Ayrıca ihtiyacınız olduğunda başkalarından yardım isteyebilmelisiniz. Çok fazla işin altından yalnız kalkmaya çalışmak yanlış ve eksik yapma olasılığını arttıracağından yardım istemek önemlidir.

Fazla iş yükünün ağırlığı altında ezilirken derin ve yavaş nefes almayı unutmayın. Eğer doğru miktarda oksijen beyninize ve tüm organlarınıza gitmezse aynı enerji ile çalışmanız mümkün değildir. Sırtınızı rahat bir yere yaslayın mümkünse gözlerinizi kapayın burnunuzdan derin bir nefes alın ve yavaşça verin. Bunu 5 ila 10 dakika yapmanız bile sizi rahatlatacaktır. Ayrıca ofisinizde GSR dediğimiz küçük bir biofeedback aletinden yardım alarak da her gün 10-15 dakika stresle baş etmek mümkündür.

Vücudunuzun gerginliğe ve strese verdiği tepkinin temel yollardan biri deri yoluyladır. Bilim adamları buna galvanik deri resistansı diyorlar. Galvanik deri resistansı ya da kısaca GSR, sempatik sinir sistemi tarafından kontrol edilen ter bezi aktivitesindeki ve gözeneklerin hacmindeki değişkenliklerin refleksiyonudur. Heyecanlandığınız, korktuğunuz ya da herhangi bir şeyden rahatsızlık duyduğunuzda sistem bütün vücudunuzdaki kimyasal ve fiziksel değişiklikleri aktive eder. Galvanik deri resistans seviyeniz de değişir. Gevşemiş ve sakin olduğunuz zaman deri resistansınız artar, gergin olduğunuz zaman deri resistansınız düşer. Stresi azaltmak için üretilen ve geliştirilen GSR2 parmak bağlantısı ile bu stresi elimine ediyor.

Sürekli masa başında oturarak iş yapıyorsanız önemli bir işinizin ortasında olmasa bile bir işi bitirdikten sonra veya belli bir aşamaya geldikten sonra küçük molalar verin, örneğin 5 dakikalık molalar. İnanın bu bile yeterli. Bir binada çalışıyorsanız bir kat aşağıya inip çıkmanız bile yeterli ya da kendi odanızdan çıkın başka bir odaya gidin. Mümkünse uzakta bir odaya yürüyün ve geri gelin. Açık ofisteyseniz başka bir kata inin ya da koridorda dolaşın tekrar yerinize dönün.

Sürekli kızgın ve asık suratlı dolaşmayın. Gülümseyin, güne gülerek başlayın ve gülerek devam edin. Sinirleneceğinizi hissettiğiniz an o ortamdan kısa bir süre uzaklaşın derin nefes alın ve geri gelin. Patronunuz size çok kızsa bile derin bir nefes alın ve işinize devam edin bu sizi günün geri kalanında kurtaracaktır. Eğer kızgın olmaya devam ederseniz motivasyonunuzu ve enerjinizi yitirir günün devamında verimli olamazsınız. Fazla katı olmayın eleştirilere kulağınızı kapatmayın, iyi bir dinleyici olun, değiştiremeyeceğiniz şeyleri değiştirmeye çalışmayın. “Bu neden böyle bu neden şöyle, bu niye bana bunu dedi şimdi” gibi şeylerle uğraşmayın bu sizi daha çok strese sokacaktır.

İyi uyuyun. Uykunun ne kadar önemli olduğunu birçok araştırma göstermektedir. Stresi azaltmakla kalmaz gün içerisindeki enerjinizi ve işinize daha fazla konsantre olmanızı sağlar.

İş arkadaşlarınızla ve yöneticilerinizle çatışma halinde olmamaya çalışın. Daha iyi iletişim becerileri geliştirin. İşyerindekilere negatif tavırlar sergilemekten kaçının. Çatışma çıkarsa anlaşmazlığı fazla uzatmadan en kısa sürede çözme yoluna gidin.

Fiziksel ve duygusal olarak sıkıntılar yaşıyorsanız sağlığınızı ikinci plana atmayın. Özellikle duygusal sıkıntılar yaşıyorsanız ve başa çıkamayacak hale geldiyseniz yardım almaktan kaçınmayın.

Biofeedback stresle baş etmede oldukça etkili bir yöntemdir. Biofeedback’in depresif duygu durumunu ve kronik stresten kaynaklanan anksiyeteyi düzelttiği, iş ile ilintili akut strese maruz kalan kişilerde genel duygusal sağlığı düzelttiği yapılan çalışmalarda belirtilmiştir. Birçok ders kitabında ve yayınlarda stres ile baş etme yöntemleri içerinde biofeedback’in etkiliğine dair ampirik araştırmalar bulunduğundan bahsedilmiştir.